Ay’ın şu parmakları!

AY’IN ŞU PARMAKLARI, BANA MİNİ-VİPASSANA’MI YARATTIRDI!

http://dl.dropbox.com/u/12628776/Just%20Breathe%20-%20Anna%20Nalick%20%5BLyrics%5D.mp3%20%20href=https://www.dropbox.com/home?select=Audiofly%20-%206%20Degrees%20feat.%20Fiora%20(Tale%20Of%20Us%20Remix).mp3Müzik: Just Breathe-Anna Nalick

İsmin -de hali, -i hali ve ruh hali: Bu kış-şu ara, yine ruh halim göbek atıyor, ‘kontrolsüz’ ve bazen pek de iyi olmayan bir şekilde..
Bana, hep ‘Ben kesinlikle güneş olmayan kuzey ülkelerinde yaşamamalıyım, maazallah beynimdeki kimyasallar iyice ne olduklarını şaşırırlar’ dedirten, her kış yaşadığım- hatta bir check-up sonucu doktorun da teyid ettiği D vitamini eksikliğinden kaynaklanan ‘Mevsimsel melankoliklik’ etkileri mi desem; özellikle mizaç değişikliği semptomunun çok uyduğu, aylık hallerden dolayı ‘hormonal dengesizlik sendromu’ durumları mı desem; yoksa sevgili oyunbaz ayın halleri mi beni böyle etkileyen? Su burcu olan beni, özellikle Dolunay öyle bir etkiler ki, şiir bile yazarım bunun için:

Ayın kızıyım ben…
Ayın büyülü parmakları yönetiyor sanki beni
Hilalken sakin ama silik duygular
Dolunayken zirveye çıkıveriyorlar tüm ihtişamlarıyla
Günbegün değişiyor beden ve zihindeki yansıması ayın
Ben de değişiyorum sonsuz med cezirlerle
Her Ayın ılık yüzü dünyayı
Buğulu pırıltısıyla sarmalarken…

Dolunay ve de aylık hallerin aynı zamanlara denk gelmesinde karar kıldım. Ayın -d hali ve ‘Ay hal-i’. İsmin -de hali, -i hali gibi biraz işte.. Bu yaşa geldik hala öğrenemedik biz bazı bayanlar bu durum yaklaşıyor mu, ne yapmalı, nasıl uyarmalı eşimiz, dostumuz olan beylerimizi… Doğada bile bayan hayvanlar ava çıkmazlarmış bir süre köşelerinde içe çekilip dinlendirirlermiş bedenlerini ve kafalarını-biz niye dışarıda ve içimizde düellolara girişiriz ki bu zamanlarda?
Normalde dengeli, güçlü, enerji dolu ve pozitif bir insancık olduğumu düşünmeme rağmen, şu son aylarda Mars mı dünyaya yaklaştı Pluton mu ters kaydı hiç bilemem ama, herşeyler üstüste geldi, özellikle sevdiklerimin sağlık ve hayatla ilgili bilumum durumları, beni çepeçevre koruyan cam fanusu sarmalayıp ruhumu sıkıştırdı sanırım biraz… Çevremdeki çoğu kişi için de geçerli bu durumlar… Sanki sadece kışı bekliyor olaylar, bir savaştır gidiyor… Ciddiyete, olgunluk ve güçlü olmak zorunluluğuna, hüzne susamış sanki kış ayları. Bahar ve yaz ayları kaldırabiliyor sadece hayalperest çocuksuluğu, tutkuları, şartsız koşulsuz neşeyi…
Bu ruhsal durum, herşeye yansıyor tabi, en çok da yazdıklarıma.. Hatta, melankolik ‘sanatsal/felsefik’ şiir ve yazılarımla taciz ettiğim bir yakın arkadaşımın ‘bu ruh halinden bir an evvel kurtul!’ ve bir diğerinin de ‘Biliyorum güçlüsün, ama Gladyatörler de bazen yorulur..’ demeleri üzerine de biraz içe çekilip dinlenme kararı aldım.
Herkesin, ‘yogi’ olanların ruh ve akıl sağlıkları bozulmaz, her zaman içsel dengelerini korurlar, ya da alkol, tütün kullanmazlar diyerek kalıplara soktuklarını bildiğim halde, gururu bir kenara koyup, ‘beni’ bu ara-çok uzun sürmemesi şartıyla- böyle kabul etmekle başladım işe. Bu da geçecek, ne de olsa lotus çiçekleri bile çamurda büyürler diye …
Özgürlüğüme, özelime düşkünlüğümü, yalnızlığı sevdiğimi bilen ama yine de merak eden anneme telefonda ‘ben karda kışta çıkmıyorum pek bu ara, dersler ve kızı okuldan almak vs dışında, ama orman evimde mutluyum’ deyip, madem bu sıkıntılı kış günlerinde, yelkene kaçamak yapamıyorum, kendimden ve zihnimin içindekilerden de pek kaçış yok, bari anı yaşamaya çalışayım.. bir de, başladığım mozaik duvarı bitireyim diye düşünüyorum. Duvar tamamlanırken ben de bütünlenirim tekrar belki diyorum… Ama esas, kendimi her zaman iyi hissettiren üç ‘Y’me sarılıyorum yine: Yoga, Yürüyüş, Yazı.
Kendi yoga çalışmalarımı arttırmak dışında, aileden ve bu ara ne müthiş ki sayısı daha da artan derslerimden vakit buldukça, İstanbul’daki yoga merkezleri kazan ben kepçe, değişik hoca ve stillerde yaptığım yoga çalışmaları, katıldığım eğitimler, bedenimde kullanmadığım her kası bana farkettirirken, yeni duruş ve bilgilerle beynimdeki neuro bağlantıları yerinden zıplatıp duruyor, beni merkezime döndürüp, kendime getiriyor..
Yoga ve meditasyon, bir anda düzelmeyi, ‘aydınlamayı’ ya da kişisel gelişimi vadetmiyor, sadece kendimizle tekrar bir bağ kurup kendimizi tanımanın yollarını açan, gerçeğin ne olduğunu her gün bize ‘hatırlatan’ bir teknik. Yavaş yavaş… içten dışa, yumuşak ve derinden… adım adım…

Mini-Vipassana’m
Bunların yanı sıra, bir de ‘öz-disiplin projesi’ne girişiyorum: Vipassana çalışması, bir nevi meditasyon tekniği. Vipassana, olanı olduğu gibi görmek, olanı biteni sadece izlemek, içgörü kazanmak demek. Uzunca bir zamandır Vipassana Programlarını araştırıyorum. 3-4 günlük meditasyon inzivalarına gittim, ama 10 günlük Vipassana Meditasyonu Pogramına katılmaya bir türlü cesaret edemiyorum. Bu programlarda her gün nerdeyse 10 saat meditasyon yapılıyor, yemek, banyo ve yürüyüş dışında dışsal uyaranları, etkenleri elimine edip tamamen kendinle başbaşa kalabilmek için, herşey yasak. Benim için şu anda bunun mümkün olmamasının asıl sebebi, 10 gün boyunca hiç konuşamamak, müzik dinleyememek , o süreçte yoga yapamamak, yazamamak, okuyamamak değil. En zoru kızımla, bu süreçde telefonla bile iletişimin mümkün olmayacak olması… O yüzden ben de burada, kendi 10 günlük mini-Vipassana çalışmamı yaratmaya karar veriyorum! 10 gün 1’er saat oturup meditasyon yapacağım. Buna ek olarak, bana uygun, yumuşatılmış, günlük hayattan çok da kopmadan bir vipassana çalışması versiyonu ancak şöyle olabilir:

Az teknoloji! Daha çok yüzyüze iletişim! (Mümkün gibi)
Az yazmak! (zor ama mümkün gibi)
Az müzik! (Benim için bu hiç mümkün olabilir mi, bilemiyorum..)
Daha çok yoga! Daha çok yürüyüş! Daha çok okumak! (Süper!)
Daha sade bir hayat! (Kolay!)
Daha çok ‘an’ da olabilmek! (Bilmem, bakıcaz…)

Meditasyon konusu hep ilgimi çekti benim. En çok meditasyonla ilgili kitaplar, dergiler okudum belki de son yıllarda, hatta meditasyonlarımı, anbean ne düşünüp hissettiğimi sanki beyin dalgalarını kaydeder gibi kaydetmek, anlamak istedim hep…
Vipassana çalışmamın ilk günü, pencereden gelen hafif rüzgarla önümde devamlı hareket halinde olan mumun alevi arsız, vahşi uslanmaz bir at sanki. Aynen zihnim gibi.. Gözlerim yarı açık, her zamanki gibi nefes ve farkındalığa odaklı Tibet Meditasyonu yapıyorum.. Özellikle bugün, kafamın içindeki küçüçük ama fişek gibi mürekkepli kalemim bir türlü durmuyor, devamlı birşeyler yazıyor.. Bende kelime takıntısı var. (sadece kelime takıntım olsa iyi, bazen bir şarkıyı ve sözlerini 20 kere arka arkaya sıkılmadan dinlediğim bile olur!) Özellikle sessizlikte, kafamdaki kelimeler bir türlü durmuyor, devamlı biraraya gelip bir yazı oluşturuyorlar. Bu 10 günlük süreçte, yazamamak bir nevi işkence olur bana diye, sadece arada notlar alıp sonra da bu yazıyı yazmaya izin veriyorum kendime.
İkinci gün, rüzgar yok. Alev de hareketsiz. Trataka (göz temizleme çalışması) bile yapıyorum… Nedense bugün aklıma, katıldığım bazı inziva merkezlerindeki meditasyonlarım ve bahçelerindeki labirentlerdeki yürüyüşlerim düşüyor sıklıkla.
3. gün, ‘aa ne güzel, en azından bugün derin düşünceler azaldı, yerlerini günlükler aldı..’ derken; 4. Gün, 5. gün zor geçiyor… Mumun oynak alevi benimle dalga geçer gibi hep…. 6. Gün, kolaylaşacağına zorlaşıyor, alevler de sanki düşünce dalgalanmalarına paralel sürekli değişiyor. 7. gün çok uykum geliyor, ‘burada’ daha çok kalabiliyorum ama zaman daha zor geçiyor, nedense bugün sırtım ısınıyor… 8. ve 9. günler, ‘dün gece seyrettiğim filmdeki karakter çok enterasandı’, ‘Bugün derste hangi duruşu yaptırayım’ ya da Madonna’nın 92’deki miydi, neydi İstanbul’daki konserini hatırlayıp, ‘şimdiden bilet alalım’ gibi yüzeysel düşünceler sırasında en azından bakışlarım buradayken ve aklımın bir ucu şimdiki nefesimdeyken, daha derin düşünceler geldiğinde uzaklardan zorla topluyorum kendimi, zihnimi….
Derin düşünceler radikal dönüşümler, değişimler gerektiriyor. Tekrar tekrar buraya, şimdiye, nefese dönmek için.. Düşünce ve davranış kalıplarını kökten değiştirmek için…
Ben. Düşünen ben. İzleyen Ben, birbirinden ayrılmaya başlıyor sanki sonunda. Ama aynı zamanda da, içimdeki ve dışa gösterdiğim ‘ben’ ler bir o kadar da birleşip, bütünleşiyorlar, evrenle ahenk, uyum içinde aynı frekansa geçiyorlar sanki… Düşüncelerimin kalbi, evrendeki uyum ve akışla aynı ritmde atmaya başlıyor…
Ve 10. gün. Bugün aklıma, Buda’nın ‘Meditasyonun en önemli anı, meditasyondan kalktığınız andır’ sözü geliyor… Yani, gerçek hayatta ne yaptığımızdır aslolan. Vipassana çalışmam, bir öyle bir böyle bitiyor, bu proje de burada tamamlanıyor. Başlangıç için hiç de fena değil. Fiziksel olarak, 1 saat oturmak konusunda neyseki pek problemim olmadı, ne sırt ağrısı ne ayak karıncalanması… 2-3 dakikalık Tibet nefesi ritüeliyle bitiriyorum her günün çalışmasını. Öğrencilerime de tekrar tekrar söylediğim gibi, başlangıç için önemli olan, ne kadar uzun süre burada kalabildiğiniz değil, sadece ‘düşündüğünüzü’ farkedip, buraya kaç kez dönebildiğinizdir. Düşünceleri durdurmak mümkün değil, ama konsantrasyonu kullanarak onları sadece izleyerek, yargılamadan yalnızca ‘farkında olmak’ ve sonra da yumuşakça vahşi bir atı ehlileştirir gibi, kontrol altına alıp eğitmek mümkün. İlk günler 3-5 kez buraya dönerken, son günler düşündüğümü farkedip belki de 10 kez kendimi buraya-bu ana döndürebiliyorum. Her gün, Meditasyona hevesle başlamak, içimi saran tüy gibi hafif bir heyecan duygusuyla bitirmek mümkün oluyor. Tatminkarlık, umut ve sevinç pırıltıları da mı var bu heyecanın içinde biraz yoksa? E, iyi o zaman…
Vipassana çalışması süresince, günlük hayatta, içe kapanmıyorum, aksine, açılıp canlanıyorum, sosyal hayatım artıyor, günlük hayat tekrar anlamını buluyor. Günlük hayat önemlidir. İş-güç, yemek alışverişi, ev düzeni, çiçekleri sulamak vb. insanı garip bir şekilde hayata bağlar ve ayakta tutar.

Pati sesleri

Kışı, soğuğu gerçekten de pek sevmediğime karar veriyorum. Kar başka ama. Beyaz, saflık, doğallık, temizlik, ‘sil baştan’ı temsil ediyor. Lapa lapa kar yağarken bembeyaz huzur verici manzaraya karşı balkonda kahvemi yudumluyorum zevkle. Kar duruyor ve birden güneş çıkıyor, horozlar beni yürüyüşe çağırıyorlar. Botlarımı giyip köpeğimi de alarak başlıyorum yürüyüşe. Benim gibi bir deli daha var sadece tekrar yağmaya başlayan karın altında yürüyen…Her adımda, her nefeste iç sıkıntıları dağılıyor bir bir… İnatçı avcı Beagle‘ım bazı yerlerde neredeyse karın içinde kayboluyor, zeytin gibi kara burnunu karların içine sokmak için, olduğu yere mıhlanıp gözlerimin içine bakıyor.. ben de aynı inatla, yürüyüş ritmimiz bozulmasın diye onu çekiştirip adeta karda surf yaptırıyorum. Arada bir yolda, çevre evlerdeki azgın ve çapkın köpek havlamalarından rahatsız oluyor, başını önüne eğip yer değiştirerek erimiş karların üzerinde minik patileriyle ‘Şıp şıp şıp, pıt pıt pıt..’ diye sesler çıkararak hızlı adımlarla yürüyor.
Bugün yürürken müzik dinlemiyorum. Sadece onun pati sesleri ve karın sessizliğini.. Zihnimde bu ara biraz alışkanlık olmuş geçmiş ve gelecekle uğraşmak, ne zamandır gerçekten ‘Su an’la buluşmamışım. Her türlü bağımlılıktan, birşeyleri kontrol etmeye çalışmaktan ya da değişim ve dönüşüme direnmekten kurtulup özgürleşmek… Mutluluğa bile bağlanmadan yaşayabilmek, eğlenebilmek, zevk alabilmek, sevebilmek zor, ama gerçek anlamda özgürlük, bir sonraki anın ne getireceğini bilme ihtiyacında olmamakmış..
Şu anda, burada ‘kontrolsüz’ bir şekilde iyi, özgür ve mutlu olmayı seçiyorum…
Oh be dünya varmış, yapyalın şu anda olmak ne de güzelmiş! Şıp şıp şıp, pıt pıt pıt….

Divya Beste Dolanay
Şubat 2012

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s