Hindistan’da öğrenilmesi gereken ilk iki şey

Hindistan’da öğrenilmesi gereken ilk iki şey

Ganj Nehri üzerinde, yarım metre genişliğindeki asma köprüdeyim. Maymunlar, motosikletliler ve tüm yürüyenler arasında, sakin ve yavaş adımlarla karşı kıyıya geçerken, Hindistan’da öğrenilmesi gereken ilk iki şeyi düşünüyorum:

  1. Bastığın yere iyi bakacaksın.
  2. Kaos içinde sükuneti bulacaksın.

 Gezgin ve ruh halleri….

-Taç Mahal’e gittin mi? +Gittim. -Nasıldı? +Güzeldi, eşsiz bir mimari. Bir aşk anıtı.. Ama, fazla turistikti.

Hindistan’a, ilk kez Uluslararası bir Yoga Festivali’ne katılmak için gittiğimde, Agra ve Taç Mahal’ı ziyaret ettim etmesine ama aslında, Hindistan’da turistik gezilerle, ünlü şehirlerin bulunduğu ‘Altın Üçgen’ (Golden Triangle) bölgesiyle, hatta güpgüzel kumsalları ve okyanus kıyıları ile bile pek ilgilenmiyorum. Yaşam, kültür, müzik, dans, insanlar, giyim kuşIMG_4999am, doğa, sokaklar, yoga, yemekler, malalar, maymunlar ve ineklerle ise çok ilgileniyorum.

Şah, 22 senede inşaa edilen Taç Mahal’ı, 40 yaşında 14 çocuk geride bırakıp ölen eşi için yaptırtmış. Bense, tam da aynı yaştayken kendime, yıllardır gitmek istediğim Hindistan’ı hediye ettim. Ve hayatımda ilk defa daha bir seyahat bitmeden, aynı ülkeye bir sonraki gelişimi planladım. Tamamlanmayan birşeyler kalmıştı sanırım ilkinde… Hindistan, benim için herhangi bir turistik destinasyon değildi. Özellikle de gidilen bölge, dünyada yoganın, meditasyonun kalbi, ruhu olduğu için, tercihim iki sefer de yalnız başıma gitmek oldu. Zira Hindistan, bana göre eşi olmayan bir deneyim, bir dönüşümdü.

Hindistan’ın kuzeydoğusundaki Rishikesh, bu sene yine beni Himalayalar’ın kucağına çağırdı. Bu kez, Karma yoga-Seva, yani gönüllülük projeleri için… Birkaç ay öncesinden, ilk gidişimde kaldığım Ashram’ın (Yoga evi, inziva yeri) derneklerinden biriyle yazışıp, tam da ne iş yapacağımı bilmeksizin, Temmuz sıcağında, yine kalabalığın, maymunların ve ineklerin arasından geçerek ulaştığım Ashram’ın kapısında buldum kendimi…

Ganj Nehri ve halleri…

O anne. O besleyici. O kutsal. O arındıran.

Ganj Nehri yakınında yaşıyor olmak bile, Hintliler için bir ayrıcalık. Ganj’dan dolayı, ruhsal ve kutsal bir şehir burası. Rishikesh’deyken, her gün nehrin kıyısına gidiyorum… Sabahları erkenden, Hindu’ların dua sonrası Ganj’da IMG_5076yıkanmalarını, hem bedenen hem de ruhen arınmalarını seyrediyorum. Ganj’ın Himalayalar’ı, bazı sabahlar sisli gözleriyle izliyor onları. Ganj Nehri burada tertemiz, çünkü nehrin kaynağı burası. Zaten, etraftaki pisliğe ve sefalete rağmen, kendi kendini arındıran bir hali var her daim. Bazı günler, saatlerce aralıksız yağan Muson yağmurlarıyla, nehrin her geçen dakika ne kadar çabuk yükseldiğine, önceki gelişimde oturduğum merdivenleri, şimdilerde sular kapladığına tanık oluyorum. Internet bağlantısından ücretsiz yararlandığım bizim Ashram’ın hediyelik eşya satan dükkan sahibine, kapı önü sohbeti sırasında, ‘Su basacak kadar yükselir mi?’ diye soruyorum. ‘Yok’ diyor, simsiyah kaşlarını kaldırıp sırıtarak ve başını hafifçe bir sağa bir sola eğerek, ‘bişicik olmaz’…

Her akşam gün batımında, nehir kıyısında canlı Kirtan müziği (Mantralar ve dualardan oluşan müzik) eşliğinde, ‘Aarti’ denilen ateş, tütsü ve mum yakma törenlerini seyrediyorum. Ateşin dumanıyla, ruhların arındığına, acıların dindiğine inananıyorlar. Etrafım, merdivenlerde oturmuş rengarenk giyinmiş kadınlar, turunculu, beyazlı kıyafetli erkeklerle çevrili. Törenin sonuna doğru, bazıları kalkıp yapraklardan yapılmış kaseler içine oturtulmuş, etrafı turuncu çiçeklerle çevrili mumları nehrin akıntısına bırakıyorlar. Gün batarken, nehrin üzerinden hilal ortaya çıkıyor. Sitar’ın (bir Hint enstrümanı) sesi, ayın önünden yükselen dumanlara karışarak göğe yükseliyor. Bu büyülü ortamda, her akşamüstü gerçekleşen bu ritüelden etkilenmemek mümkün değil. Bir gün, beni mıknatıs gibi kendine çeken Ganj’ın kuvvetli akıntısını seyrederek kıyıda meditasyon yaparken, suyun gücünü düşünüyorum ve aklıma şunlar düşüyor: ‘Ganj gibi ol. Herşeyin kaynağı sensin. Bunu bil, ama aynı zamanda da hep akışta kal.‘

Ashram’da yaşam ve gönüllülük

1940’larda Ram Jhula’da kurulmuş Parmarth Niketan Ashram’a, Ganj Nehri’ni takip eden, Himalayalar’ın eteklerinde, fillerin evi olan bir ormanın içinden kıvrılan bir yolla ulaşılıyor. Dünyanın her yerinden çeşit çeşit turistin, gezginin geldiği ve Hindu’ların da ibadet etmek için ziyaret ettiği bir Ashram burası… Hindu Tanrı’larının hikayelerinin anlatıldığı heykellerle dolu tütsü kokan bahçeleri, Ganj Nehri kıyısı ve Himalayalar’ın eteklerindeki eşsiz konumu ve de IMG_4872akşamüstleri düzenlediği zengin Aarti töreni ile ünlenmiş bir yer bu. Rishikesh’deki, sadece yoga eğitimi odaklı Ashram’lardan farklı olarak, yerel halkı da çeken bir mabed niteliğinde… Rishikesh’in, yaklaşık 1000 yataklı bu en büyük Ashram’ında, dini eğitim veren bir yatılı okul da bulunuyor. Turunculu sarılı kıyafetler giymiş ortalıkta dolaşan ve özellikle bir organizasyon sırasında her işe koşturan ‘Rishikumar’, yani 6-25 yaş arasında değişen 150 erkek öğrenci var bu okulda. Hinduizm ile ilgili dersler dışında, sitar çalmayı, kirtan söylemeyi de öğreniyorlar.

Hindistan’a özellikle bu gelişimde, hava çok sıcak ve nemli. Bazı günler, sanki burun sinüslerim şişiyor, kokuları tam alamıyorum… Ter, yağmur, çamurdan ıslanmış ve yıkasam da nemden hiç kurumayan siyah tightımı her sabah yoga için giydiğimde, ne kadar az eşya getirdiğimi bir kez daha anlıyorum. 5 kiloluk çantamda yine de ihtiyacım olan herşey var! Ashram’da, şort ve kolsuz üst giymek yasak. Herşeye rağmen, özellikle 40 derecede yoga yapmaya ve sıcakta iyice azmış sineklere hemen alışılıyor…

Ashram’ın içinde, geleneksel Ayurvedik Masaj seçenekleri sunan bir de Masaj Merkezi var. 1,5 saat süren çok özel bir masaj yaptırıyorum. Pancha Karma, yani ‘tam arınma’nın üç bölümünü kapsıyor bu masaj: Abhayanga; tüm bedene susam yağı ile masaj. Shirodara; alın ortasına, yani 3. göze 10-15 dakika boyunca özel bir yağ karışımı damlatmak. Son olarak da, bir kişilik ahşap bir kutucuk içinde okaliptus kokulu buhar banyosu… Her yanım buram buram susam yağı kokuyor çıktığımda… Saçlarım pek pırıldak dolanıyorum etrafta bir süre, biraz dalgın, uyuşuk, ama huzurlu ve keyifli…

Ashram’a ilk geldiğimde bir Hindu festivali/konferansı için orada bulunanlar, birkaç gün sonra artık evlerine dönüyorlar. Ashram’ı, birdenbire bir sessizlik ve sükunet sarıyor. Artık koridorlarda yıkanmış ‘Sari’ler (kadınların giydikleri, vücutlarına özel bir şekilde sarılan rengarenk uzun kumaşlar) sarkmıyor. ‘Burada bir festival biter, bir diğeri başlar’, diyor sohbet ettiğim Ashram çalışanlarından biri. Sonra da ekliyor, ‘her sene Temmuz sonu, Haridwar ve Rishikesh’e “pilgrimage”a (hacca gitmek) geliyorlar. Sonra da aylarca sokaklarda, çadırlarda kalarak evlerine geri yürüyorlar.’ Sessiz izleyicileriz biz burada kalan bir avuç gezgin; ibadet için burayı ziyarete gelenleri, bazen nehir kıyısında, bazen bahçelerde ya da koridorlarda dolanırken, bazen de Ashram’ın güzel manzaralı çatısından izlerken…

Geceleri, hep açık olan, tellerle kaplı penceremden gelen yağmur sesi ve baygın çiçek kokuları eşliğinde, önce Türk bir bayan yazarın romanını, o bitince de buradan aldığım, Pulitzer ödüllü Hintli bir bayan yazarın hikaye kitabını okuyorum. Dünyanın iki ayrı köşesinden, aynı yaşlardaki bu iki yazarı burada ardarda okumak ilginç geliyor… Gecenin ilerleyen saatlerinde (en geç 10 gibi!), dışarıdan ninni gibi gelen dualar ve bazen de bolca gürültülü konuşma ve hatta bağrış çağrışlarla zor da olsa uykuya dalıyorum. Artık, bana ait bir sivrisineğim de var odada… Her akşam, bir savaşçı edasıyla, sivrisinek ilacını yüzüme ve tüm vucuduma sürüyorum. Yoganın, uygulanması en zor, ama en temel öğretilerinden biri olan “Ahimsa” yı (bilinçli olarak, hiçbir canlıya-kendimiz dahil- ruhen, fiziksel ve zihinsel olarak zarar vermemek) uygulamaya hep özen gösterdiğim için, sivrisinekle hiç uğraşmıyorum. Ama o, geceler boyu benim peşimi bırakmıyor…

IMG_4882Rishikesh Bölgesi’nde, yasal olarak alkol, hiçbir çeşit et ve yumurta tüketilmiyor. Süt ve peynir de kısıtlı… Zaten normalde de vejeteryan olan ben, hayatımdan gayet memnunum. Yine de, bir nevi zorunlu detox ve tam bir arınma yaşıyor insan buradayken. Genelde, sıcaktan dolayı çok fazla yemek yiyemiyorum. Çoğu zaman, akşamüstleri kantinde tam 6’da çıkan taptaze ve şişko Samosa‘lar (bir çeşit sebzeli börek) ile Masala çayı (baharatlı, sütlü ve şekerli Hint çayı) içiyorum. Kantinde sunulan ve beğendiğim Hint yiyecek-içecekleri arasında, Lassi (içinde badem parçacıkları olan tatlı ayran), Masala Dossa (içinde bol baharatlı patates olan ve çeşitli soslarla yenilen kocaman krepler) ve her seferinde değişik yemekler tatma olanağı sunan Thali (teneke tepside 6 çeşit yemek) bulunuyor.

IMG_5434Ashram’ın Seva-gönüllülük projelerinden biri olan Tıbbi Yardım kampları için yağmurlu bir Pazar Günü, Himalayalar’daki 1400 m civarindaki dağ köyü Malakundy’e gidiyoruz. Tertemiz köyde, çoğunluğunu yaşlıların oluşturduğu 150 aile yaşıyor. Proje kapsamında, tüm sene boyunca 13 köy ve 2-3 gecekondu bölgesi ziyaret ediliyor. İlaç, battaniye ve çeşitli malzemeler dağıtılıp hastalara bakılıyor. Çocuklara hijyen kuralları öğretiliyor. Cipin, bizi yol bitince bıraktığı yerden itibaren eşyaları yüklenip tırmanmaya başlıyoruz. Dr. Priya ve ailesinin bana kapalı ayakkabı bulma çabası sonuçsuz kalınca, sandaletlerimle –ve aslında çok da zorlanmadan- ıslak taşlar üzerinde hoplaya zıplaya yürüyorum. Köye ulaşıp yerleştikten sonra, önce yanımızda getirdiğimiz Zerdeçallı pilavımızı, acılı Mango ashtar turşusuyla bir güzel yiyip, sonra işe koyuluyoruz.

Dönüşte patlayan lastiğin yerine yedek lastiğin takılmasını beklerken, birlikte olduğum Hint’li, Nepal’li ve Amerika’lı gönüllülerle birbirimizi daha yakından tanıyoruz. ‘Heyy Behenji! Bir fotoğrafımı çeker misin?’ diyor Jyoti, bizimle gönüllülük yapmaya gelen Ashram’daki okulun müzik öğretmeni. ‘Behenji ne demek?’ diyorum şüpheyle gülümseyerek. Muhteşem dağ manzarasına arkasını verip, ‘Kibarca, kız kardeş demektir’ diyor gözlerimin içine içine gülerek.

Ashram’ın Seva programlarından bir başkası da, her Muson mevsimi başlangıcında gerçekleştirdikleri, bölgedeki 56 okulun bahçesine ağaç dikme projesi. Bu projede, her öğrencinin, kendi bakıp büyütebileceği, ileride gölgesinde meditasyon yapabileceği bir ağacı olması hedefleniyor. Okuldaki öğrencilerle birlikte, mango ağacı fidanlarını dikerken çekilmiş fotoğraflarımızın tüm yerel gazetelere çıkmış olması, o güne ayrı bir anlam katıyor…

Maymunlar ve diğerleri

Ashram’da, odaların bulunduğu uzun koridorlara ulaşmak için, maymunların yere attıkları mango çekirdekleriyle dolu bahçeler ve tohumlar yere düşsün diye delicesine salladıkları yüzyıllık ağaçların arasından yürümek gerekiyor. Bazen biri, suçlu ve masumiyet dolu bir şekilde yere bakıyor ve bir anda hareketsizlesiyor. Numara mı yapıyor tam anlayamadan ve gözlerine çok da bakmadan yavaşça yanlarından geçiyorum. Festivaller için kurulmuş çadırların tepesini parmaklarıyla yırtıp içeri girmek isteyen maymunlara alışıyorum. Aarti sırasında, ünlü Bhagavad Gita Destanı’ndaki, atlı arabada sohbet eden Krişna ve Arjuna’nın tepemizdeki heykeli üzerinde tünemiş tek kollu maymunun, meyvaları yeyip çekirdeklerini üzerimize atmasına bile pek şaşırmıyorum. Pencerelerde, güvercin yerineIMG_5523 maymun görmeye alışıyorum. Sabahları bir cafenin çatısında otururken, maymunları kovmak için kahveyle birlikte bir de sopa getirip masama koymaları bile artık garip gelmiyor. Yoga Salonu’nun camlarını ısıran ve pencereyi iki elleriyle tutup kuvvetle sallayarak açmaya çalışan maymunlar da bir süre sonra normal gelmeye başlıyor… Maymunlar çoğu zaman hareketli, çılgın ve biraz da asabi. Aynen zihnimiz gibi… Bu sebeple, buradaki yoga hocaları, meditasyon çalışmaları sırasında zihni, maymunlara benzetiyorlar: Bilincimiz ve zihnimiz, elinde sopayla maymunları sürekli bağırıp kovalayan güvenlik görevlileri gibi! Sopa, aklımızdaki dalgalanmaları, gelgitleri kovan, zihinsel engelleri, karışıklıkları uzaklaştıran içsel koruma mekanizmamızı sembolize ediyor. İneklere gelince… Onlar, her zaman yavaş, sakin ve dinginler. O yüzden burada inekler kutsal sayılıyor. Sembolik olarak bakıldığında, zihinsel farkındalık ve gelişimde tüm amaç, ‘Maymun aklı’ den ‘inek aklına’ ulaşmak!

Bir de diğerleri var; mesela, her öğleden sonra tıbbi malzeme stoklarını bilgisayara girmek, rapor yazmak gibi gönüllülük işleri için ofiste çalışırken, ayaklarımın altında dolanan minik fare ya da sokaklarda neredeyse gözleriyle konuşan yumuşakbaşlı köpekler… Yollarda inekler, arada bir yaklaşarak burunlarıyla yumuşakça kolumu dürtüyorlar ve yiyecek var mı diye gözlerini bana, sonra da çantamın içine dikiyorlar.

Bir öğleden sonra, ders verdiğim yoga salonunun taa 4. Kattaki kapısını burnuyla yavaşça itip, bir köpek içeri giriveriyor ve tüm ders boyunca podyumun altında sessizce ve huzurla yatıyor. Onun da, dışarıdaki karışık dünyadan bir süreliğine olsun uzaklaşıp sığınacak bir yere ve yoganın yaydığı güzel enerjilere ihtiyacı var gibi gözüküyor. Sağlam, dimdik sırtımız ve apaçık kalplerimiz ile, toprak gibi hareketsiz oturuyoruz. Sabitlik ile zihnimiz ve nefeslerimizin hafif akışganlığı arasındaki o incecik çizgide dengeyi kurmaya çalışarak sessizce oturmuşken, içeri giren köpekten kimse rahatsız olmuyor, kıpırdamıyor bile… Farkındalık meditasyonu sırasında gözlerimiz yarı açık, bizi sarıp sarmalayan evrenle, doğayla ahenk, uyum içindeyiz. Ormanın ve nehrin kokusuyla, rüzgarın ve yağmurun sesiyle bütünleşmiş gibiyiz… Aynı frekans, aynı nefeste herşeyle ‘bir’ oluyoruz. İkilik-dualite yok, tepkisellik, önyargılar yok. Ego ve kimlik duygusu bile kalmıyor… Sadece gözlemciyiz. Çabasız, doğal bir farkındalıkla orada öylece oturuyoruz. Evdeyiz. Ve işte tam da o anda, o güzel bakışlı simsiyah köpeği de aramıza alıp, onunla da ‘ bir’ oluveriyoruz.

Sokaklar ve gezmece halleri…

Rishikesh’e en çok, yogayla ilgilenen, dünyanın her yerinden sırtçantalı gezginler geliyor. Bir de etrafta, okullarındaki gönüllülük projeleri kapsamında gelen Amerikalı ve Hollandalı Lise ya da Üniversite öğrencileri var. Tüm kasabada elektrik kesilse de, bol egzoz çıkaran gürültülü jeneratörünü çalıştıran bir-iki yerel café, gezginlerin tanışma ve buluşma noktası oluyor. Bazen, ‘aa yoga hocamız..’ diyerek yaklaşıyorlar bana, yogayla, hayatla, seyahatlerle ilgili yoğun sohbetler bu cafelerde yapılıyor, bir sonraki gidilecek yerler genelde buralarda kararlaştırılıyor. Zaten çoğunlukla herkes, tanıştığı diğer gezginlerle birlikte yola devam ediyor. Gezginken ve özellikle de çok gençken, zihinler esnek ve apaçık…

Ashram’dakiler ve de bu cafelerde tanıştıklarım, benim de gezi arkadaşlarım oluyor: Beni, bölgedeki tüm iyi yoga merkezlerine götüren ve çeşitli yoga masterlerıyla tanıştıran yoga hocası Belçikalı arkadaşımla, harika doğa ve şehir manzaralı kat kat pasta şeklindeki Hindu Tapınağı’na gidiyoruz. O, birlikte sokaklarda yürürken tanıdığı satıcılara, hatta dilencilere bile kalp merkezinde avuçlarını birleştirerek içi dolu dolu ’Namaste’ diyor. Daha ilk günden çok iyi anlaştığım iki Çek’li ile ise, Beatles’ın aileleriyle 2 ay kalıp burada bir albüm besteledikleri, ormanın derinliklerindeki terkedilmiş IMG_4958Ashram’ı ziyaret ediyoruz. Ganj Nehri’nin kıyısını takip ederek, arka taraftan ormanın içinden tırmanıp kaçamak bir giriş yapıyoruz terkedilmiş Ashram’a.. Yol boyunca, oturmuş kafayı çeken, bize de ister miyiz diye soran zararsız dilenciler ve yolkesici maymunlarla karşılaşıyoruz. Maharesh Mahesh Guru liderliğinde yaşamış bu esrarengiz topluluğun, tahminimizden çok daha büyük olduğunu görüyor, buranın neden terkedildiğini anlamaya çalışıyoruz. Elindeki sopayla 4. Kattan ağaç dallarını dürterek yere mango düşürmeye çalışan bir kadın ve birkaç turist dışında etrafta kimsecikler yok. Taştan yapılmış, küçücük 2 katlı yuvarlak onlarca ev ve içlerinde odacıklar bulunan 4-5 katlı binalar var Ashram’da.. Gezerken, Beatles’a ithafen büyük bir salon (Music Hall) keşfediyor ve duvarlarda yeni yapılmış grafittileri (duvar yazıları ve resimleri) inceliyoruz.. Diğer binalardaki tüm odaların duvarları da grafittilerle dolu.. Aynı arkadaşlarla başka bir gün, bol çukurlu yollarda her yöne sarsılarak ve bel omurlarımızı derinden hissederek tuktukla dağ yolundan geze geze yakındaki Laxman Jhula ‘ya gidiyoruz. Orada başka tanıdıklarla buluşup birlikte öğlen yemeği yiyor, bilet vs. işlerimizi halledip dönüyoruz. Bir gönüllülük projesi sonrası ise, Ashram’daki gönüllüler ve Ashram’ın fotoğrafçısı ile, ‘Gurdwara’ denilen Rishikesh’in en büyük Sikh tapınağını ziyaret ediyoruz. Bir kişinin 1 dakikada 100 chapati (bir çeşit küçük, ince pide) yaptığı tapınakta, oranın geleneklerine uyarak, başlarımızı eşarplarla bağlayıp yerde oturarak, chapatileri, dhal’a (bol baharatlı sulu bir mercimek yemeği) batıra batıra öğlen yemeği yiyoruz. Ücretsiz olarak, herkesin gelip yemek yiyebildiği bir yer burası.

Bir sabah, erkenden yakındaki kasabaya yürürken, okula giden 7-8 yaşındaki bir çocuk yanıma yaklaşıyor ve elindeki A+ yazılı, kendi yaptığı resmi bana uzatarak satmaya çalışıyor. Bir diğeri ise, Aarti için sattığı mumlu çiçeği satın almayınca, o ünlü fotoğraftaki Afgan kızınki gibi inanılmaz güzel yeşil gözleriyle bana dik dik bakarak, ‘bad lady’ diyor.

Cipler taksi niyetine, içleri 10-11 kişi tıkabasa dolu olarak, daracık çukurlu yollardan, yakınlardaki dağ köylerine gidiyorlar. Sabah 9’dan itibaren hiç susmayan kornalar ve trafik başlıyor. Yollarda da, aynı Ganj Nehri gibi akıyorlar, hiç durmamacasına sürüyorlar, mümkünse hep ‘akışta kalıyorlar’! Trafikte arabadayken, ya da yollarda yürürken, hep sakin kalabilmemin, hatta sinirlerimin alınmış gibi olmasının faydasını burada çok görüyorum.

Bu bölgede yaşayan halk, mütevazi, yumuşakbaşlı, esnek… Yaklaşık 10 gün sonra çok da farkında olmadan, ben de başımı onlar gibi iki yana sallayarak ‘evet’ demeye başlıyorum. Bu şekilde evet demek, o ‘evet’i tam da olması gerektiği gibi, daha da yumuşatıp mülayimleştiriyor çünkü… Herşeyin mümkün olabileceğini, rahatlamayı ve teslim olmayı çağrıştırıyor sanki.

IMG_4908

Sadece oturup etrafı koklamak, seyretmek, etraftaki enerjiyi hissetmek yeter burada. Fakirlik…açlık…cehalet.. Hiçbiri buranın spiritüel enerjisini etkileyemiyor. Kabullenmişliği, mütevaziliği, anda yaşayabilmeyi, akışta kalmayı en üst düzeyde hissettiğim bir yer burası. Fotoğraf çekilmesine hiç aldırmıyorlar, hatta bazıları benimle de çektirmek istiyor. Her yere dokunuyorlar. Heykellere, birbirlerine, Ganj Nehri’ne, kutsal ağaçlara, kumaşlara, ineklere, mum ve tütsü dumanına, yemeklerine… Sanki, bu dünya ile dokunarak daha iyi iletişim kuruyorlar. Parmaklar tılsımlı adeta, ışık saçıyor her temasta… ‘Kişisel alan’ konusunda da çok rahatlar, onlara göre dokunmak çok doğal çünkü. Hayatları basit, tatminkarlar. Temizlik hiçbir şekilde bir endişe kaynağı değil. Sokaklarda sıkça rastlanan manzaralar arasında, avuçlarını kavuşturarak hafifçe eğilerek ‘Hariom’ diyen dilenciler, bas bas korna çalarak geçen motorlular, nehrin sakin olduğu mevsimlerde karşıdan karşıya insan taşıyan içi dopdolu tekneler, şeker kamışı içeceği satan, yemek yapıp satanlar, kulak temizleyicileri, tekerlekli manav arabaları, her adım başı bir Yoga Ashram’ı, giyecek ve kumaş satan, rudrashka takılar (mala-kolye yapımında kullanılan özel bir tohum) ve çeşit çeşit mala satan dükkanlar bulunuyor.

Uzun yolculukları severim. Araç hareket halindeyken, içeride hareketsiz kalabilmeyi, aktif reaksiyon veya tepki göstermeden, sadece seyirci olup gözlemleyebilmeyi öğretir çünkü yolculuk… Bir nevi meditatif öğretidir yol. Delhi-Rishikesh arasında 7 saat süren karayolculuğumda gördüklerim ise, bana yollar boyunca Hindistan’ın her halini gösteriyor: Yol boyunca ardı arkası kesilmeyen köyler, okuldan eve yürüyerek ya da bisikletlerle dönen üniformalı öğrenciler, rengarenk kıyafetleri ve takılarıyla tarlada iş yapan ya da yollarda başlarında yük taşıyarak yürüyen kadınlar, kamyonlarla fabrikalara yollanan şeker kamışları, aralarından zorlukla geçtiğimiz düğün kalabalığı ve yüzleri dahil para ile kaplanmış atın üzerindeki damat ve gelin… Aileler ve akrabaların toplaşıp anayol kenarındaki otluklarda ölülerini yakıvermeleri (küllerini sonradan Haridwar ya da Varanasi’ye trenle getirip Ganj Nehri’ne bırakıyorlar) ise, Hindistan’da şahit olduğum en ilginç görüntülerden…

Yoga ve yogi halleri…

Karanlık ve serin bir sabah çok erkenden yoga dersi verdiği salona girdim. Avuçlarımı göğsümde birleştirip ‘Namaste’ dedim. Oturduğu yerden gözlerimin taa derinliklerine bakarak, beni yoga matıma yerleşene kadar takip etti. O da gözleriyle, ‘sana da Namaste’ dedi… Ashram’da yaşayan ve her sabah Kriya yoga dersleri veren, sanki kemikleri yok gibi esnek 108 yaşındaki yogi Swamiji derdi ki, ‘ben hergün bu hareketleri yaparak bu yaşıma kadar sağlıkla geldim, hala gözlerim iyi görüyor, kulaklarım da iyi işitiyor!’ O, hareketleri yapıyor, yanındaki Ashram çalışanı da tercüme ediyordu. Dersler bittiğinde, herkes hep onunla fotoğraf çektiriyordu. Ashram’a bu seneki gelişimde, bir gece uyurken, bana yine dik dik bakarak aniden gözlerimi açtırttı. ‘Öldü sanırım bu sene..’ dedim içimden. Ertesi sabah Ashram’dakilere sorduğumda, ‘evet, Swamiji bedenini terk etti’ dediler.

Gurmukh… Nedense hep karşıma çıkar Gurmukh ve en iyi Kundalini yoga hocaları.. Davet edilirim bir şekilde hep Kundalini yoga eğitimlerine, her seferinde en az ilgilendiğim yoga stili olduğu halde… Bir sebebi vardır deyip üstüne gidiyorum yine bu durumun. Yoga festivali sırasında, her sabah 5-7 arası Kundalini yoga derslerine katılıyorum, kendimi Kundalini enerjisinin güçlü kollarına bırakıyorum. Ve farkediyorum ki; Kundalini’nin K’si bize kararlılığı, D’si disiplini, İ’si istikrarı öğretir!

Neden yoga yapıyoruz? Peki neden sabahın kör karanlığında kalkabilip, 2 saat yoga çalışması yapıyoruz? Neden bazen bir yoga eğitimine katılmak için kilometrelerce gidip, iyi bir rehberle çalışmalarımızı derinleştirmek için yollar arıyoruz? Kendimizi keşfetmek, içsel yolculuğumuz için onca emek veriyoruz? Çünkü, ancak işe kendimizle başlarsak, içimizdeki ışığa ulaşabilirsek, o zaman bu ışığı yayma şansını yakalayabiliriz. Çünkü, içeride verdiğimiz barışçıl savaş ve bu kadar ter dökme, dışarıda verilenlerden bin kat daha anlamlı ve etkilidir de ondan…

Mooji, uzunca bir süre etrafa yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle bakarak onu dinlemeye gelenleri inceliyor. Bu süreçte, dışarıda hayatın içinden gelen sesler bile insana hatırlatmaya yetiyor belki de aslında neyin önemli olduğunu… Fani hayatın meşgul akışının sesleri: Çanlar, tuktuk kornaları, köpek havlamaları, maymun haykırışları, satıcı sesleri, çocuk bağrışmaları, kuş sesleri, ağlaşmalar…Geçmiş ve gelecek yok oluyor. Dolu dolu ve tüm yoğunluğuyla sadece şu an var. Ben varım. Paylaşılan atmosfer ve buradaki enerjiler, insanın içine işleyecek kadar yoğun, etkili ve güçlü… Boşluğa, sessizliğe, varoluşumuzun yeterliliğine, yalınlığa ve o anın içindeki sonsuzluğa tanıdığım en çok anlam katan guru belki de Mooji. Her Satsang’ı (ruhsal sohbetler) sırasında dünyaya canlı yayın yapılan, spontane soru-cevap ve sohbetleriyle ünlü Jameika asıllı Guru Mooji’ den etkilenmemek pek mümkün değil.

Zorlu her asanadan (yoga duruşu) sonra ‘thank you’ diyen simsiyah sakallı, keskin bakışlı Yogi Master Surinder var bir IMG_5682de… Bizim Ashram’daki yoga dersleri yanısıra, birkaç hafta boyunca her sabah, Himalayalar’ın eteklerinde sırtını ormana dönmüş Ashram’ın, çatıya kadar yükselen taptaze Chapati kokuları arasında Surinder’in yoga derslerine katılıyorum. ‘relaxxxxx…’ diye şarkı söylüyor yumuşacık sesiyle, içimizi ürpertiyor her derin gevşemede… Yogayı, en basit ve yalın şekilde anlatırken, aynı zamanda da kalbimizin, ruhumuzun derinliklerinde hissettiriyor. Surinder, ‘Yoga is like geometry; tadasana is a vertical line and Shavasana is a horizontal line!’ diyor içten, muzip gülümsemesiyle… (Yoga geometri gibidir, dağ duruşu dikey çizgi, ceset duruşu ise yatay çizgidir!)

Rishikesh’de, yoga derslerine, eğitimlerine, Satsang’larına katılma olanağı bulduğum masterlar ve gurular benim için Hindistan’ın en önemli parçalarıydı… Burada katıldığım son yoga dersi ise, sanırım kendiminkiydi. Beni, kendime bağlayan en kısa yol yoga. Yogayı paylaşmak, bu değerli öğretinin başka hayatlara da yaşam enerjisi vermesine, içsel yolculuklarına rehber ve ilham kaynağı olmasına aracı olmak ise, belki de hayat amacım. İşte bu yüzden, Hindistan’da Seva çalışmalarım kapsamında yoga dersleri de vermek, belki de bu yolculuğun benim için en değerli, sürpriz ve zevkli tecrübelerinden biriydi.

 Dönüş, dönüşüm…

Son gün yağmur yok. Gün batımında, burada tanıştıklarımla, Ganj nehri kıyısındaki bir cafenin terasında, yerde yastıklarda oturup taptaze çıtır muzlu, mangolu, nutellalı Samosa’larımızı yeyip Masala çayı içerek sohbet ediyoruz. Ertesi sabah, herkesle vedalaşıp Ashram’dan ayrılırken, beni tuvalette bile takip eden sivrisineğim de benimle beraber odayı terkediyor ve maymunlarla birlikte beni yolcu ediyor. O ilk iki şeyi iyi öğrenebilmiş miyim diye bir düşünüyorum…

  1. Bastığım yere her zaman çok iyi baktım, terliklerimin altına hiçbir ‘kaza’ ile karşılaşmadım.
  2. Kaos içinde sükuneti, sükunet içinde içsel huzurumu bulabilme sınavını da sanırım başarıyla geçtim.

Himalayalar’daki mağaralarda binlerce yıl önce meditasyon yapmış, yogayı keşfetmiş Rişiler, keşişler ve guruların fısıltılarıyla, dağlardan gelen rüzgarın ve Ganj’ın şıkırtılı gür sesiyle eve dönüş yoluna başlıyorum.

Aslında, ‘dönüşüm’ hep dönüş yolunda başlar. Gitmek değil, asıl ‘dönmek’ dönüşümdür.

Divya Beste Dolanay, Temmuz 2015-Rishikesh, Hindistan (Düzeltmeler: Ekim 2015-Amsterdam, Hollanda)

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s