Amsterdam’ın içinden

Amsterdam’ın içinden Shambhala Krallığı’na yolculuk

Belki de bugün o gündür.

Geceden güne pek bir şey değişmemiş, etraf yine ıssız, sessiz, soğuk. Tek fark, günün pırıl pırıl ışığı! Dünün yağmuru, bugünün güneşini getirmiş… Sokağın ucunda, damın tepesinde elinde borozan tutan bir melek şeklindeki kocaman altın renkli rüzgar gülü, sabahın bu erken saatinde kış güneşiyle parıldıyor. Hava sıcaklığı 5 derecenin üstüne çıkar çıkmaz, kendini bülbül sanan bir kuşun sokakta yankılanan sesi ve ona katılan diğerlerinin de, artık soğuktan bıkıp saklandıkları yerden çıkmak isteyen melodi yüklü sesleriyle zenginleşen, güneşin bahar kıvamında gökte ışıldadığı sabahlardan biri bu… Belki de bugün, artık baharın gelişini ilan ettiği gündür.

Sabahın erken samail-15atlerinde yollara düşüp, dün akşamdan başlayan meditasyon kursum için, yine Amsterdam’daki Shambhala Meditasyon Merkezi’ne geliyorum. Merkezin çatı katında, 40 kişi ile beraber, 3 gün boyunca ortalama 6-7 saat meditasyon yaparken, pencereye çarpan yağmur damlalarını dinliyorum. Gökyüzünde uçuşan martıların çığlıkları, nefes seslerimizi bastırıyor. Zihnimiz bir yerlere uçup gittiğinde ise, kilise çanları onları toparlayıp bu odaya ve şu ana geri getiriyor.

Her kış, bir nevi zihinsel detox niyetine yaptığım bu seneki yoğun meditasyon çalışmam, yeni taşındığım Amsterdam’da hayat buluyor. Böylece, 7 sene önce Afrika’da yaşarken tanıştığım Shambhala Krallığı, Shambhala Geleneği öğretileri ve meditasyon eğitimlerine, en son 2 sene önce katıldığım New York’takinden sonra, bir yenisi daha ekleniyor.* 5 seviye sürecek ‘yol’un daha başlarında sayılırım. Eğitimler, her seferinde, özellikle fiziksel olarak daha az zorlanarak geçiyor. Zihinsel olarak ve bir geleneğin parçası olma açısından ise, daha tanıdık.. Ben, hayatımda hep özgürlükten yana oldum ve tek bir yere ait olmak ya da tek bir öğretiye bağlanmak fikrinden de pek haz etmedim. Yogada bile, bir tek gurunun peşinden gitmek istemedim. Aidiyete de fazla ihtiyacım yok, en azından o duyguya bağımlı değilim. Ama hayatımın şu anında , burada bana bunun iyi geldiğini kabul etmeliyim. Dünyanın her yerinde Shambhala geleneğinin, öğretisi ve ritüellerinin aynı şekilde uygulandığını ve devam ettiğini görmek beni rahatlatıp, bir bütünün parçası olma duygusunu hatırlatıyor. Shambhala geleneği yolunda ilerlerken, kendimi yeterince özgür hissediyorum. Bu gelenekte kullanılan farkındalık temelli meditasyon tekniğini kendine yakın ve uygun bulup benimseyen insanlar birbirine yabancı değil sanki… Saatlerce aynı odada sessizce oturmak, konuşmadan bile ortak güçlü enerjiler yaratıyor ve bu, insanı sarıp sarmalıyor. Genelde ön yargısız bir gözle, dünyada herkesi eşit ve ‘bir’ olarak gördüğüm için, burada zaten tanıdığım insanların arasındaymışım gibi hissediyorum. Dalai Lama’nın çok sevdiğim bir sözü, bu hissimi özellikle bu ortamda daha da pekiştiriyor: “Yabancılar yoktur, sadece henüz tanışmadığınız arkadaşlar vardır.” mail-2Katılımcıların çoğunluğu Hollandalı, ama kökenleri birçok ırktan geliyor. Yaş ortalaması 30 civarında. Kendi zihnimizin tünellerinde meditasyon yoluyla gezinirken, eğitim boyunca bize yol gösteren hocalarla öğretinin daha da detaylarına giriyoruz, ikili ve grup sohbetleri yapıyoruz. Öğretileri hayatına adım adım  sokmaya çalışan insanlarla paylaşım fırsatını bulmuş oluyoruz. Tekrar tekrar buraya ve nefese dönmenin önemini vurguluyor ara sıra hocamız…

Kendi düşünce alışkanlıklarım üzerinde daha da yoğun çalışarak, kendimle daha da çok yüzleştiğim bu eğitimde, arada bir yorgunluk ve uyku baş gösteriyor… Meditasyon, ‘meditasyon yapacağım’ diye hareketsiz oturmaya karar vermek değil, aslında sadece bir süreliğine bir şey yapma ihtiyacından kendini uzaklaştırıp onun yerine, sadece “ol” maktır. Mükemmel bir meditasyon çalışması da, her zaman en iyi meditasyon olacak diye bir kaide yoktur… Bazen, sizi en rahatsız hissettiren meditasyon çalışmanız, sizin için en iyisi olabilir. Meditasyon sırasında saati fark etmiyor ve sıkıntı dahil pek bir şey hissetmiyorum bile. Sadece oradayım. Arada sırada bir şeyler ‘düşündüğümü’ fark edip yumuşakça düşüncelerimin ellerinden tutup, onları oradan buradan topluyorum. Zihnimi buraya, şu ana geri getiriyorum. Meditasyon sıkıcı olabilir. Ama, ‘iç ferahlatıcı’ bir şekilde sıkıcı! Günümüzde sıkılmayı unuttuğumuz için bunu hatırlamak, sessizlikte ve hareketsizlikte saatlerce farkındalıkla oturmak sırasında kendimizi tekrar bulmak iyidir. Meditasyon, düşünme alışkanlıklarımızı farkına varmak, bazen kozamızın dışına çıkıp kendimize şöyle bir bakmak için bir araç. Kafamızda kurduğumuz, duygularımızı da katarak zenginleştirip dallandırıp budaklandırdığımız hikaye silsilesini tam ortasından bir bıçak gibi kesiveren ve içsel yüzleşmelerimizin suratımıza adeta tokat gibi inmesini sağlayabilen başka bir çalışma daha bilmiyorum ben…

Korkulardan bahsediyoruz. Shambhala öğretisine göre, korkularla yakınlaşmalı, onlardan kaçmadan, onları bastırmadan barışçıl bir savaşçı edasıyla adeta gözlerinin içine bakmalıyız. Tüm cesaretimizi toplayıp korkularımıza hafifçe dayanarak, hatta onlarla omuz omuza vererek kendimizle yaşamak nasıl olurdu acaba?

Kendimle yaşamak…

Eğitim sonrasında, kendimi Amsterdam sokaklarına atıp düşünmek için uzun yürüyüşlere çıktım. İçime baktım, kendimi araştırdım… Korkularımın neler olduğunu tam da bulamadım ama, yolda şunlarla karşılaştım:

En favori duygum: Şu an farkındalığı.

En hafif duygum: Özgürlük.

En ağır duygum: Duygusal bağımlılık.

En mükemmel duygum: İçsel huzur.

En kötü duygum: Şüphecilik.

İyi ya da kötü duyguları, birbirine çelişkili hisleri, düşünceleri, yaşamı kısıtlayabilen korkuları, kendimi ve hatta hayatı çok da fazla ciddiye almak istemiyorum. Çocuklar gibi olmak, neredeyse her şeyle dalga geçer bir hal takınmak istiyorum. Çocukların, bir şeyi çok istediklerinde alana kadar direten kararlılıkta olmaları, ama olmazsa da hemen oyalanacak başka bir şeyler bulmaları hoşuma gidiyor. Sadece şu anı doyasıya yaşadıklarında, doğal olarak geçmiş ya da geleceğin yükü üzerlerinde olmadan, biz büyüklerin fazlasıyla yaptığı gibi çok fazla düşünüp analiz etmeden, özgür, bağımsız yaşayabiliyorlar en zavallı ortamlarda olanlar bile.. Nedense büyüyünce, sorumluluklar arttıkça, iş –güç, aile, çocuk sahibi olduğumuzda ve hatta aşık bile olunca başka şekiller alabiliyoruz, başka türlü düşünüş ve davranış kalıplarına bürünüyoruz. Şüpheler, korkular, gelecek endişeleri, bağımlılıklar başlıyor. Hayat, çocukça saçmalıklardan vazgeçip ciddiyetle sarıp sarmalanıyor. Mutluluk saydığımız, görünürdeki ‘mükemmel’ yaşamlarla, birbirini sürekli etiketlemeyle bezeniyor, üstü fazlasıyla süslü bir pasta halini alıyor.. Altındaki saflık, doğallık ve masumiyeti tamamen ağırlığıyla örten bir pasta… Dış görüntüsü maskeler, zırhlarla dolu bir hal bu. Kendimizi, çevremizdekilerin ne düşündüklerine ve akıntıya bırakıp bilinç düzeyi düşük bireyler oluveriyoruz. Bir gün gelir de, o çok önemli bulduğumuz her şeyi bir kenara bırakıp içsel sorgulamalarımız başlarsa fena mı olur peki?

Mutluluğun, dışarıda değil içeride olduğu söylenir hep.  İnsanın kendi avuçlarının arasında olduğu ve hayat boyu ulaşmaya çalıştığımız bir şey değil de yolculuğun ta kendisi olduğu… Dışarıda değil, içeride. Bana göre mutluluk, bir kuş! Başkalarının davranışlarına ya da olaylara, şartlara bağlı olmadan kendi içimizde büyüttüğümüz, sadece bize ait ve kendine has bir kuş. Kafesi olmayan, gökyüzünde süzülen ve her zaman kuşbakışı bakabilen olan bitene…

Mutluluğu bile çok kafamıza takmadan, anımızı farkında olarak doya doya ve özgürce yaşayabileceğimiz hayatlar kurabilsek kendimize… Bağımlılıklardan, şüphe ve korkulardan uzak, doğallığımızı, dengemizi, huzurumuzu hep koruyabildiğimiz bir içsel dünya yaratmak ve bunun sürekliliğini sağlayabilmek mümkün olabilir mi acaba?

Divya Beste Dolanay

Şubat 2013

* Bknz: https://yogadivya.net/meditasyon-yazilari/new-york-sokaklarinda-shambhala-kralligina-yolculuk/