KLİMANJARO’NUN ZİRVESİNE DOĞRU ‘POLE POLE…’
[audio http://dl.dropbox.com/u/12628776/Karsh%20kaleone%20step%20beyond.mp3]Müzik: One Step Beyond-Karsh Kale
Sabah, Tanzanya’nın üçüncü büyük şehri ve turizm merkezi olan Arusha’da, önümüzdeki bir haftalık Klimanjaro dağı tırmanışımız için tüm hazırlıkları yaptıktan sonra, Birleşmiş Milletler’in bu şehirdeki Doğu Afrika Ana Merkezi’nde gerçekleşen Rwanda ile ilgili halka açık mahkemelerini (United Nations Criminal Tribunal for Rwanda) seyretmeye gittik. Birkaç saat duruşmaları seyrettikten sonra, duyduklarımızdan çok etkilenip, Rwanda’da insanlığa karşı yapılan zulüm konusunda düşüncelere dalarak, Klimanjaro maceramız başlamadan bir gece önce dağın eteklerinde kalacağımız otele doğru yola çıktık.
Ancak, otele 1 km. kala, tıka basa eşya ve yiyecek yüklü minibüsümüzün lastiği patladı! Uzunca bir süre muz ağaçları (ormanları demek daha doğru olur) arasında, çevrede sadece birkaç ev ve insan bulunan yolun kenarında bekledikten sonra neyse ki rehberimizin ayarladığı bir kamyonetle otele gitmeyi başardık. Burada herkes o kadar sakin ve biraz da tepkisiz ki, Aslan Kral çizgi filminde de bir şarkıda kullanılan ‘Acuna Matata’ (merak etme, endişelenme) mantığına 20 gün kaldığımız bu ülkede her yerde rastladık. Özellikle de, Klimanjaro’nun görkemiyle başa çıkıp, zirveye 5 yıldır yaklaşık 240 kere çıkmış ve bu zorluğu alt etmiş biri olan rehberimizde var bu sukünet.
Birinci gün-Machame Kampı-3000m.
Akşam sırt çantalarımızı düzenleyip eşyaların büyük bir kısmını otelde bırakıp en hafif şekilde dağa çıkmaya hazır olarak çadırda uyunulacak bir hafta öncesinde, son rahat uykumuzu uyuduk. Ertesi gün sabah erkenden yola çıkıp Klimanjaro Dağ’ı çıkışı için izleyeceğimiz yolun girişindeki Machame kapısına geldik. Kayıt işlemleri bitince, yağmur ormanlarının içinden patikaları takip ederek 4-5 saatlik yürüyüşten sonra ilk kamp yerimize varıp dinlenmeye ve güneşlenmeye koyulduk. Kiliman’ Doğu Afrika’da en büyük göçmen kabile olan Masaai kabilesi dilinde ‘dağ’, ‘Jaro’ ise ‘verimli topraklar’ anlamına geliyor.
Gerçekten de yemyeşil yağmur ormanları ve dağın eteklerinde verimli toprakların arasından yaptığımız ilk günkü yürüyüşümüz bir harikaydı.
Çadırımız oldukça büyük ve çok rahat. Kamp yerinde, birçok başka organizasyonla zirveye çıkış yapan gruplar var. Aslında etrafta, dağa çıkan turistlerden daha çok sayıda eşya taşıyıcılar (porter) var. Her bir kişiye 3-4 taşıyıcı düşüyor ve her taşıyıcı kanunen en fazla 20 kilo ağırlık taşıyabiliyor. Günlük çantalarımız dışında biz neyse ki hiç bir şey taşımıyoruz. Zira, 3000 metreden sonra oluşabilecek yükseklik hastalığına yakalanmamak için, yanımızdan sırt ve başlarında onca ağırlıkla hızla geçen taşıyıcılara arada sırada yol vererek, çok yavaş yürüyoruz. Ancak bu şekilde bedenlerimiz yüksekliğe ayak uydurabiliyor. Bir de yük taşısak işimiz kim bilir nasıl zorlaşacaktı.
Kamp yerinde biraz dağın haritasına baktık, içimizi bir heyecan ve biraz da endişe sardı. Ayak ve bacak kaslarımızda oluşabilecek ağrılar, yükseklikte oksijen azlığından doğabilecek baş ağrısı, mide bulantısı ve bunun gibi rahatsızlıklar, yükseldikçe özellikle geceleri soğuyan hava, zor tuvalet ve tabi çadır hayatı şartlarından dolayı önümüzde bizi zor günler bekliyor gibi.
İkinci gün-Shira Kampı-3840m.
Bugün çok zor olmayan fakat uzunca bir yürüyüş yaptık. Yol boyunca en sık duyduğumuz cümle Tanzanya’ca ‘Pole pole.’ Yani ‘yavaş yavaş yürü’ anlamında. Yükseklikle ilgili bir sorunumuz yok şimdilik, devamlı su içiyoruz ve çok küçük adımlarla nefesimizi hep kontrol ederek ilerliyoruz. Yaklaşık 5 saatlik bir yürüyüşden sonra ikinci kamp yerimize ulaştık. Burada manzara bir harika, çadırımızın tam karşımızda Meru Volkanik Dağı sislerin arasından bize bakıyor,arkamızda ise Klimanjaro’nun zirvesi bulutların arasından bizimle dalga geçer gibi göz kırpıyor.
Yemek çadırına yerleşip çayımızı yudumlarken ve akşam yemeği hazırlıklarını seyrederken birdenbire deminden beri biraz sertçe esen rüzgar aniden hortum gibi bir fırtınaya dönüştü! Doğaya güven olmaz, doğayla oyun olmaz! Özellikle dağda, ne zaman ne olacağı hiç belli olmaz. Koca yemek çadırını uçmasın diye 11 kişi içeriden tutarken oturduğumuz taburelerle birlikte az kalsın havalanıyorduk. 5-6 dakika sonra birdenbire geldiği gibi giden fırtına, ardında, dağdaki volkanik kumdan dolayı simsiyah olmuş yemekler, toz içinde kalmış üst baş ve yetmişten fazla çadırdan oluşan darmadağınık bir kamp yeri bıraktı. Rehberimiz buna ‘Kimbunga’ yani ‘wind devil’ (şeytan rüzgar) denildiğini ve aslında pek de sık rastlanmadığını söyledi. Dağda zirveye ulaşan birçok rotadan en popüleri olan Machame rotasını takip etmek için en uygun mevsimde geldiğimiz halde, demek bu hava bize rastlamış. Fırtına sonrası bize garip glen, 10 dakika sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi herkesin toparlanıp işine devam etmesiydi. Şehirlerde insanlar sokaklarda nasıl trafiğin, kalabalığın, keşmekeşin arasında işine gücüne gitmeye devam ediyorsa, dağda da biraz hayat öyle. Herkes kamp yerinde her an bir işle meşgul, zaten Tanzanya’lılar çok çalışkanlar, zor şartlarda doğanın içinde bile hayat ve iş güç devam ediyor. Bu, özellikle burada bir ‘hayatta kalma tekniği’ sanırım.
Akşamın ilerleyen saatlerinde başlayan dolu ve ardından tüm gece boyunca yağan yağmurun altında çadırımızda, sıcacık uyku tulumlarımıza girip uykuya daldık.
Üçüncü gün-: Baranco kampı-3950m.:
Çok da zor olmayan ama upuzun bir yürüyüşten sonra kampa ulaştık. Öğle yemeğini bedenlerimiz yüksekliğe alışsın diye antreman olarak çıktığımız 4630 metrede, kayalıkların arasında ve bu yükseklikte ağaç bile yaşamazken sadece Klimanjaro’da yaşayan fareler ayaklarımızın altında cirit atarken yedik. Kampa giderken başlayan yağmur, tam da inişe geçtiğimiz sırada kayaları ve taşları kayganlaştırdığı için bizi biraz zorladı ama kısa bir süre sonra kampa vardık. Sanırım yüksekliğe alıştık, biraz baş ‘zonklaması’ ve biraz da her adımda nefes nefese kalmak dışında çok iyiyiz ve her şey yolunda. Hava soğuk, artık kat kat giyiniyoruz.
Yürüyüş sırasında yürüyüş batonları kullandığımız için ve günlük sırt çantalarını uzun süre taşımaktan dolayı bugün biraz sırtımız ve kollarımız ağrıyor.
Dördüncü gün-Barafu kampı-4550m.:
Bugün zorlu bir gün olacak. Ünlü ‘Baranco duvarını’ tırmanacağız. Her zamanki gibi tropikal meyvalar, yumurta, kızarmış ekmek, reçel ve çaydan oluşan zengin kahvaltımızdan sonra öğlenki sandviç paketimizi alıp erkenden yola çıktık. Hemen tırmanışa geçtik ve çoğunlukla ellerimizi de kullanarak kayaların arasından 40 dakikalık çok dik ama çok zevkli bir tırmanıştan sonra tepede ulaştığımız manzara yorgunluğumuza değdi. Genelde biraz korkulan Baranco Duvarını aşmanın mutluğunun tadına varamadan, günün geri kalanı oldukça zor 5,5 saatlik bir yürüyüşten sonra çok yorgun bir şekilde zirve günü öncesi kamp yerimize ulaştık.
Neyse ki hava çok güzeldi ve yol boyunca manzaralar harikaydı. Bu arada, varacağımız kamp ve sonrasında artık su yok. Bu sebeple, bizden önce kamp yerimize ulaşıp, bidonlarını alarak tekrar aşağıdaki nehre inip 40 litre su almak için yanımızdan hızla geçen taşıyıcılara şaşırarak bakıyoruz. Hesaplarımıza göre, bizim zar zor çıktığımız bu yoldan nehre gidip sonra tekrar kampa dönmeleri en az 2 saat sürecek!
Kamp yeri taşlık ve çok engebeli, tuvalete gitmek için bile yokuş yukarı çıkmak zorundayız ve nefes nefese kalıyoruz. Artık yükseklikten dolayı oksijenin azaldığını ciğerlerimizde hissediyoruz. Burada İsveçli, Avustralyalı ve İtalyan birkaç kişiyle sohbet etme fırsatı buluyoruz. Hepimiz yorgunuz, bu gece 12’de başlayacak zirve çıkışı için heyecanlı ve biraz da endişeliyiz. Ama yine de herkes kararlı ve motive gözüküyor. Ne de olsa sırf bu tırmanış ve zirveye ulaşabilmek için kilometrelerce yol gelmiş insanlar var burada. Zirveye her gün ortalama 70-80 kişi çıkıyor. Neyse ki taşıyıcılar bir de zirveye yük taşımak zorunda değiller.
Bizi ana kampta bekleyecekler. Her kamp yerinde bir kayıt defteri imzalanıyor. Bugün defteri imzalarken, bizden birkaç hafta önce bu kampta bulunmuş Türk bir ekibin isimlerini görüp gurur duyuyoruz. Zirveye tırmanmayı başarmışlar mı bilemiyoruz ama buraya kadar bile gelmiş olmak harika bir duygu.
Bugüne kadar hiç aksatmadan her gün akşamüstleri yaptığımız yoga çalışmasını bugün de uyguluyoruz. Dağda yoga da bir başka güzel oluyor. Ayakta ve oturarak bazı yoga duruşları ve nefes çalışmaları yapıyoruz. Hem bedenimiz için hem de nefes kapasitemiz için, endişelerimizden arınmak ve geceleri daha rahat uyuyabilmek için öyle iyi geliyor ki yoga bize!
Akşamüstü 6 gibi yemek yiyip yatıyoruz ve gece yarısı 11.30 gibi çadırımıza getirilen sıcacık çay, bisküvi ve 5 paket çikolata ile uyandırılıyoruz! Sabah sabah, (daha doğrusu gece gece) bize yürüyüşte enerji versin diye çikolataların bir kısmını mideye indiriyoruz. Etraftaki herkes yavaş yavaş hareketleniyor, hazırlanıp çadırlardan çıkmaya başlıyor. İnanılmaz keskin bir soğuk var dışarıda. Hafif rüzgarda temizlenen parlak gökyüzünde yüzlerce yıldız, aşağıda dağın eteklerinde ise şehrin ışıkları ile harika bir manzarayla karşılaşıyoruz çadırdan çıktığımızda.
Önümüzde 7 saatlik çok dik bir yürüyüş var. Tek sıra halinde herkes elinde ya da başının üzerinde fenerlerle yürüyor, yıldızların altında ağır ağır ilerleyen bu ışıklar çok etkileyici gözüküyor. Aslında nedense, biraz da dağ başında kutlanacak bir cenazaye gidiliyor hissini veriyor bana bu ağır ağır ilerleyen insanlar. Ya da dağın ihtişamına ve gücüne boyun eğmiş karıncalar gibiyiz de denilebilir! Biraz sonra, rüzgar şiddetlenmeye başlıyor, o zaman neden ilk gün dağa çıkmak için hazırlık yaparken ‘Balaklava’ nız (gözler dışında yüzü ve başı tamamıyla kapatan yün şapka) var mı diye sorduklarını anlıyorum. Sağ taraftan esen fırtınadan dolayı bedenimin özellikle bir tarafı buz kesti. Neyse ki elimde üst üste iki eldiven var ve fırtınada uçmamak için zorlukla da olsa batonlarımdan destek alarak yürüyebiliyorum. Eşim Burak tek polar eldivenle üşüdüğü için batonlarını katlayıp elleri cebinde yürümeye devam etmek zorunda kalıyor. Hava o kadar soğuk ki, arada bir 5 dakika durup su içtikten sonra yürüyüşe devam etmekte buluyoruz çözümü ısınmak için. Rehberimizin dediğine göre, bu fırtına biraz bizim şanssızlığımız olmuş, her zaman hava böyle olmuyormuş. Soğuktan düşüncelerim bile donmuş bir halde yürüyüşe devam ediyorum, önümdekileri adım adım takip ederek ve kendimden bile beklemediğim bir kararlılıkla hedefe kilitlenerek. Kafamdaki tek şey zirveye ulaşmak. Yol boyunca yükseklik hastalığından dolayı midesi bulanıp kusanlar, baş ağrısından uzun uzun ve sıkça mola verenler ya da yola dayanamayıp geri dönenler var. Neyse ki bizim yükseklik konusunda hiçbir sıkıntımız yok, bedenlerimiz artık yüksekliğe alıştı, ancak son saatlerde gözlerime bir şeyler oluyor. Fırtınadan dolayı gözüme giren kum taneleri puslu ve çok az görmeme sebep oluyor, bu da çok canımı sıkıyor. Buna rağmen, sonunda 6 saat 40 dakika sonra zirveye ulaşmayı başarıyoruz.
Güneşin doğuşuna hiç bu kadar sevindiğimi hatırlamıyorum. Zirvede kutup ikilimi var. Hava özellikle geceleri dayanılmaz derecede soğuk oluyor, gündüzleri ise güneş öyle kuvvetli ki ışınlarından korunmak neredeyse imkansız. ‘Uhuru’ isimli zirve, dağın en yüksek noktası, tam 5896 metre. Burada oksijen deniz seviyesine göre %50 daha az. Buzulun üzerinde ağır ağır ilerlerken rehber bize devamlı ‘tebrikler, Afrika’nın en tepe noktasındasınız, dünyanın en yüksek volkanik dağına tırmanmayı başardınız’ diyor. 3 Şubat 2008. Gözlerim puslu da görse, uzaktaki tepeler, etraftaki geniş buzul manzarası bana bir rahatlama duygusu veriyor, içimi ılık bir his kaplıyor. Öyle çılgınca bir sevinç ya da heyecan yok içimde zirvedeyim diye. Sadece bir dinginlik, huzur, olgunluk duygusu. Sanki her şey birdenbire durmuş gibi, kafamdaki düşünceler durdu. Beynimdeki fırtınanın uğuldaması durdu. Soğuğu bile hissetmiyorum artık. Doğan güneş içimizi ısıtmaya başlıyor, ayaklarımın altında her adımda karın ezildiği hissediyorum, etrafta sevinçten ve fotoğraf çektirmek için koşuşturan insanların seslerinin arasından, dağın sessizliğini dinliyorum. Zirvede aslında sadece ve sadece sessizlik var.
Kısa bir süre zirvede kaldıktan sonra, gözümden dolayı rehberlerin de yardımlarıyla 2,5 saatlik hızlı bir inişle, yine zirve çıkışına ilk başladığımız kampımıza geri dönüyoruz.
Beşinci gün-Meweka Kampı-3100m.:
Zirve sonrası 1 saat çadırda uyuduk, öğlen yemeği yedik ve sonra 4 saatlik bir inişten sonra akşam son kamp yerine ulaştık. Kampta dolanırken, önümüzden bir sedyede baygın yatan arkadaşlarını taşıyan porterların en yakın hastaneye ulaştırmak için şehre doğru koşması bizi çok üzdü. Rehberimizle konuştuğumuzda, soğuk, yetersiz giyecek ve yorgunluktan kaynaklanan zaature, hipotermi gibi hastalıklardan dolayı yılda ortalama 4-5 taşıyıcının dağda öldüğünü söyledi. Ben ‘ölen turist var mı peki?’ deyince ise ‘tabi var’ anlamında başını salladı. İyi ki bunu son gün öğrendik.
O kadar yorgunum ki günlüğüme yazacak halim yok, zaten gözlerim de hala net olarak göremiyor. Etrafımızda herkesin gözleri fırtınadan ve yorgunluktan kan çanağı gibi. Son geceden hatırladığım, ağaçların altında biraz sıkışık ama güzel bir kamp yeri, yorgun ve toz içinde de olsak, zirveye çıkmış olmanın gururu ile artık rahatlamış olarak yediğimiz bir akşam yemeği, gece yarısı yıldızların altında sonunda ılık bir havada keyifli bir tuvalet sefası!
Altıncı gün-Mweka Kapısı:
Sabah kahvaltıdan sonra, gözlerimin de düzelmesi sonucu ormanın içinden keyifli bir 4 saatlik inişten sonra çıkış kapısına ulaştık. Orada sertifikalarımızı aldık, fotoğraf çektik, tüm ekibe bahşişlerini verdik, herkesle vedalaşarak bizi bekleyen minibüsümüzle otelimize gittik.
Ertesi gün Zanzibar’a giderek deniz kenarında, sıcacık havada Tanzanya’daki seyahatimize devam ettik ancak zirveye tırmanabilmiş olmanın sarhoşluğu ve yorgunluğunu üzerimizden atmamız neredeyse bir-iki haftayı buldu.
EN’ler.
- Dağdaki EN etkileyici görüntüler; zirve çıkışına ilk başladığımızda gecenin etkileyici görüntüsü ve Baranco duvarını çıktığımızda karşılaştığımız manzaraydı.
- Hayatımızda yaptığımız EN yüksek ve zorlu dağ tırmanışıydı.
- Dağda EN çok kullanılan söz ‘pole pole’ idi.
- EN zor anlar, zirve çıkışı sırasında soğuk ve fırtınaya karşı verdiğimiz mücadele.
- Klimanjaro’da şaşırılmaması gerekenler:
- Dağda 5 dakika içinde çıkan fırtınanın 5 dakika sürüp bitmesi ve 5 dakika sonra hayatın normale dönüvermesi.
- Kamp yerinde, Alman bir kadının neredeyse eksi 10 derecede yarı çıplak yıkanabilmesi.
- Kamp yerinde akşamları diş fırçalarken soğuktan elimin zangır zangır titreyebildiği.
- Biz ağır ağır yürürken yanımızdan taşıyıcıların fişek gibi geçip gitmeleri.
- Dağda yediğimiz yemeklerin bu kadar çeşitli, özenli ve lezzetli olabilmesi.
- Kamp kurduğumuz her yerde karşılaştığımız ve en yüksekte bile yaşayabilen sadece iki canlının bulunması: zararsız bir çeşit siyah örümcek ve bir cins fare.
- 6 günün nasıl da çabuk geçebildiği.
- Zirveye çıkmak için kendimin bile şaşırdığı bir kararlılık ve istek duymam.
Divya Beste Dolanay, 2008
Bu yazı izinsizgosteri.net sitesinde, Ekim-Kasım 2008 sayısında yayımlanmıştır.