AMSTERDAM’IN SESİ, RENGİ, DOKUSU KIZIMIN SERİN KOKUSUNA KARIŞTI…
[audio http://overlandtrucks.com/system-f/where_do_i_begin.mp3]
Müzik: Where do I begin-Chemical Brothers
Her şehrin bir sesi, bir rengi, bir dokusu var…
Amsterdam’ınki; zil, turuncu, taş… Bisiklet ve tramvay zili, dinamizmin turuncusu, taş binalar ve sokaklar!
Daha İstanbul’a neredeyse yeni dönmüşken, tam da tadını çıkarmaya başlamışken ve İstanbul hakkında bile daha hiç yazmamışken, dünyanın en sevdiğim şehirlerinden başka birinde yaşamaya başladım! Ben bir şehir olsam, Amsterdam olayım diyebilirim. İşte o kadar severim burayı. Belki de dünyanın hiçbir yerinde eşi benzeri olmayan yapıdaki binaları, bol bol yağmurun her adım başı kanallarla karıştığı ve suyun tüm negatif enerjiyi alıverdiği bu müthiş şehirde, yerleri taş kaplı labirent gibi ara sokaklarda, muhteşem parklarında yürüyüp duruyorum… Sokaklarda-ve özellikle ne güzeldir ki okullarda-kimsenin kimseye hava atmayı umursamadığı, herkesin gerçekten doğal ve tamamen kendisi olabildiği insanlarını gördükçe, yine beynimin içindeki mürekkepli kalemim ilham ve telaş içinde canlanıyor… Uzun zamandır kalemim bir suskun, isteksizdi… Aynen, fotoğrafçılığı çok uzun süredir hobi olarak yapan ama hep yaşadığı yeri çekmekten sıkılan, ancak yeni yerler görünce motive olan ya da yeni, değişik tip insanlarla ilhamı gelenler gibi olmuşum biraz demek ki… Aslında her an, her yerde, her ayrıntıda yaratıcılık için, yazı yazmak için ilham ve motivasyon bulunabilir, o an bulunduğumuz yerle yetinilebilir… Ama ben özellikle dünyadaki başka ülkeler, yerler ile ilgili yazmayı sevdiğim için, bana böylesi daha ilham verici, daha kolay ve daha doğal geliyor sanırım…
Kendimize bir ev bulana ve eşim gelene kadar kızımla kalacağımız Amsterdam’ın hafiften bohem-entel Jordaan bölgesi, tam da hayal ettiğim ve yaşamak istediğim gibi bir yer. Özellikle bu bölgede, artık her büyük şehirde mantar gibi türeyen adı lazım değil özellikle ‘S’ ile başlayan gibi franchise cafeler değil de, muthiş orijinal cafeler, çeşit çeşit küçük dükkanlar var… Hatta yoga merkezleri de çoğunlukla bu bölgeye toplanmış.
Amsterdam’ın merkezinde nüfus sadece 800,000 civarında, ama buraya dünyanın her yerinden yılda 4,5 milyon kadar turist geliyor ve çoğunun da, kanallar, binalar, müzeleri görmek bir yana, meşhur ‘Coffee Shop’lar ve ‘Red Light’ bölgesi için geldikleri malum! Kuzey Avrupa’nın Venedik’i, nam-ı değer oyuncak şehir… Şehir merkezinde yollarda kasis yerine köprüler, bisikletlerde fren niyetine ters pedal kullanılan sempatik şehir! Şehri 90 adacığa bölen kanalların üzerlerindeki, geceleri inci gibi ışıklandırılan 1500 köprüsü ile, kanallarda yüzen ‘tekne ev’leriyle, gerçekten çok orijinal bir kent burası…
Tam olarak 1 haftada tekrar hatırladığım sokakları, caddeleri, yönlerimi aslında iyi biliyormuşum… Daha ortalıkta kızımız yokken, 14 sene önceki 3 senelik Rotterdam maceramızda, oradan sıkılıp neredeyse her haftasonu buraya gelirdik. Amsterdam’a yerleşeceğimiz belli olduğunda, zihnimde dinamizm/yenilik/macera/eğlence kelimeleri çaktı! Şaşırdığım, şehrin mutemadiyen dinamizmine rağmen- buranın yine de hiç değişmemiş olması… Yıllar önceki cafeler ve hatta menüler bile aynı. O, üzerlerine her türlü malzeme koyup kendinizin yaratabileceği kocaman ‘pancake’ler ve külahdaki patates kızartmaları ise hep aynı lezzette! Maalesef hava durumları da pek değişmemiş. Burada, güneş yüzünü göstermeye gösteriyor bulutların arasından ama, yağmur da her daim yağmaya hazır gibi. Ve buna burada herkes hazırlıklı, o yüzden pek de takmıyorlar…
Turistler, Amsterdam’ı terketmeye başladı sanki biraz biraz… Yağmur ve serin havaların tek iyi tarafı bu sanırım. Kulağıma binbir ülkenin dili gelmiyor çok da artık sokaklarda yürürken ya da gözüme turistik kıyafetlerle ortalıkta dolaşan insancıklar takılmıyor. Artık burada yaşayan bir ukala olarak bunları rahatça söyleyebilirim. Zira, böylesine turistik bir şehirde etraftaki şaşkın turistlerin arasından, aklında ‘yapacak işlerinin olması’ ile yürümek demek, artık sen orada turist değilsin demektir, artık burada yaşıyorsundur. ‘Hadi artık bir telefon hattı al’ dır, ‘Bir banka hesabı aç, ikinci el bir bisiklet al’dır’. ‘Artık bir ev bul’dur…
Evler… Ancak 33 numara bir ayağın tam sığabileceği genişlikteki basamaklarıyla, ucu sonu gözükmeyen diklikte merdivenlerle çıkılan geleneksel Hollanda değil de, Amsterdam evleri bunlar. Zaten Amsterdam, Hollanda değil. Aynı New York’un Amerika, ya da İstanbul’un Türkiye olmadığı gibi..
Hollandalılar, yüzeysel olarak kolay yaklaşılabilir ve arkadaş canlısı insanlar gibi gözükseler de, derine inip yakınlık kurmak oldukça zor… Ancak, özellikle köşe başlarındaki pub/cafe barlarda buluşup ya da bisiklet üstünde yanyana giderlerken hiç bitmeyen sohbetleriyle kendi aralarında gayet sıcakkanlılar. Hatta içtikleri zaman, biraz gürültücü bile olabiliyorlar! Bizim İstanbul Boğazı tekne turlarımızın bir başka versiyonu da burada var. Kaldığımız evin önündeki kanaldan geçen 10-15 kişilik kayıktan bozma büyükçe üstü açık teknelerin üzerinde, müzik ve içki vs eşliğinde bar misali ayakta durarak, iş çıkışı ya da geceleri ‘partileyen’ Hollandalılar çok… Yasal olarak aslında sadece ‘coffee shop’larda içilebilen otları her yerde içebiliyorlar buralılar ve gelen turistler… Parklarda ya da köşedeki bakkala ya da dondurmacıya giderken önünden geçtiğimiz coffee shop’lardan bilumum ‘ot kokuları’ geliyor sürekli burnuma…
Bu şehirde, bisikletlerden korkulur. Central Station, yani merkez tren istasyonunun önü demir yığını. Haliyle, bisikletini parkedip dönüşte yerini bulamayan da çok… Okulun önü, köprülerin üzeri, parklar bisikletlerle dolu. Şehirde 1 milyon civarında bisikletlinin olduğu söyleniyor. Yokuş olmayan, özellikle şehir merkezinin daracık sokaklarına ancak bisikletlerle rahat girilebiliyor. Özellikle ikinci el bisikletler, hem ucuz hem masrafsız. Hollandalılar ucuz şeylere ve ikinci el şeylere de pek meraklılar zaten. Topuklu ayakkabılar dahil her türlü kıyafetle bisiklet kullanabiliyorlar. Bisikletleri çalınmasın diye taşıdıkları kocaman zincirlerle, bisikletlerinin üzerinde özellikle köpek gezdirme, cep telefonuyla konuşmak ya da mesajlaşmak popüler görüntüler arasında… Bisikletin önüne bağlanmış minik el arabalarında 2-3 minik çocuk taşıyanlar da bolca var. İçkiliyken bile bisiklete biniyorlar evlerine ulaşmak için. Mesela geçen akşam, arka sokağımızdaki dondurmacının önünde sarhoş bir bisikletliden kıl payı kurtulduk o üzerimize doğru gelip yere kapaklanmadan önce… En uzak yerin bile bir bisiklet mesafesinde olduğu şehrin sokaklarında, henüz bir bisikletim yok ama sanırım öyle emin adımlarla yürüyorum ki Hollanda’lıya pek benzemediğim halde turistler beni durdurup bana yol soruyorlar!
Bariz bir ‘marjinalite’ faktörü var burada! Standart olmayan, sıradışı olan herşey bulunabilir bu şehirde. Örneğin, parkta otururken arkanızda çimlere yayılmış, 2 zenci çocuğu olan, bir annesi İngiliz ve bir annesi de Çin kökenli bir Hollandalı olan çok mutlu bir aile görmeniz çok olası! Benim bu sahnede tek gördüğüm şey: Saf sevgi. İşin güzeli, bunu kızım da görüyor, zihninin tüm dehlizleri açılıyor, esnekleşiyor…
Bizim ülkemizde son zamanlarda sesini pek bir açtıkları ezan niyetine burada kulağıma, neredeyse her sokakta dibinizde bitiveren kiliselerden semalara yükselen çan sesi geliyor her saat başı. Sabahın 7’sinde ‘hadi uyanın artık, bugün harika bir gün sizi bekliyor!’ melodilileriyle çınlıyor.
Hollanda’daki belki de tek olumsuz şey, servis sektörünün çok kötü olması. Dünyanın hiçbir yerinde, bir hesap ödemek için bile bu kadar beklediğimi bilmem. Belki de aslında iş gücünün azlığından dolayı, herkes kendi işini kendi yapmaya alışık olduğundan bu böyledir. Bu konuda, çok bir beklentileri olmaması sebebiyle ve de hep çok sabırla, saygıyla birşeyleri bekleyebildiklerinden, bu durum Hollandalılara ters gelmiyor ve başka türlüsünü de talep etmiyorlar anlaşılan…
Bu ülkenin en güzel yanlarından biri ise, insanların özel yaşamlarına çok değer vermelerinden dolayı, sosyal hayat ve iş hayatının hep dengede tutulabilmesinin mümkün olması. Kaldığımız evin iki sokak ötesinde, yılda ortalama 1 milyon kişinin gezdiği Ann Frank’ın evi var. Çok küçükken okuduğum ve çok etkilendiğim hikayesini kızıma anlatıyorum gelir gelmez. Berlin duvarını gördüğümde, oranın sembolik olarak artık dünya barışını sembolize ettiğini düşünmem gibi, Ann Frank ‘in hatıralarının da savaşın tüm çirkin yüzünü gösterdiği ve kızıma onun yaşadığı evini gezdirirken, insanoğluna ibret olsun diye aslında bu evin önemini ve dünya barışını sembolize ettiğini düşünüyorum…
Kızımın serin kokusu
Kızım, dünyadaki en ‘cool’ çocuklaran biri olduğunu bana bir kez daha ispatladı! Bir ‘serinlik’ var onda.. Her olayı hafife alabilme ve istediğinde çoğu şeyi kolay yapabilme yeteneği, hayata karşı bir merak, herşeyi bir deneme isteği… Büyüdükçe daha da ortaya çıkan güçlü kişiliğiyle bu mucizevi yaratık -belki de her annenin, kendi çocuğuna duyduğu hisler ve düşünceler gibi- beni büyülüyor. Her ortama inanılmaz çabuk ve müthiş bir şekilde uyum sağlamasıyla, olaylara her zaman esprili ve olumlu bakış açısıyla, sosyalliği, zekasıyla, bu yaşta bile sağduyusu ile hep doğru kararları verebilmesiyle beni çok etkiliyor. Okul için öğretmeninin istediği formda, ‘çocuğunuz hakkında bilmemizi istedikleriniz’ bölümüne yazdıklarım dolup taşıyor…
Dünyanın en sınırsız, serbest, özgür şehrinde yaşayacak bir kızım var artık! Tamamen kendi olmaktan çekinmeyeceği bir ortam. Gerçek özgürlük bu belki de… O da bunun farkında. İlk kez geldiği ve her köşesini gezip göreceği bu şehirde yaşayacak olup okula gidiyor olmayı çok heyecan verici buluyor. Şu ana kadar en eğlenceli bulduğu şeylerse, sokaklarda gösteri yapanlar, sokak dansçıları ve ‘çünkü bu onları mutlu ediyor’ diyerek onlara para vermek. İnsanın çocuğu olması, özellikle o büyüdüğünde hayatı onunla paylaşabilmesi, hiç yalnızlık çekmemesi demek. Çocuk, her olaya O’nun tertemiz, saf bakış açısından bakıp tazelenmeye, hayata onun gibi hep merakla yaklaşabilmeyi hatırlamaya yardımcı oluyor. Çocukla hayat büyük şans, mucize, zenginlik…
Uzak olmak, yakın olmak…
Kendi ülkenden, vatanından, ailenden ve dostlarından uzak yaşamak bir bakıma bencilce. Oradaki tüm günlük olaylardan, meselelerden uzak olmak, sadece kendini, buradaki hayatını düşünmek, kendi yağında kavrulmak kolay ve güzel, ama bencilce. Çünkü kendini böylece oradaki çarkın içine kaptırıp yıpratmamış oluyorsun, enerjin, zamanın sana kalıyor. Düşüncelerinle, duygularınla nihayet gerçek anlamda yalnız kalabiliyorsun. Tabi eğer istersen…
Ülkenden uzak yaşamanın öne çıkan bir başka yanıysa, sokaklarında yürürken aralarında kaybolduğun hatta belki de onlarla bütünleştiğin kendi ülkendekinden bambaşka dünyalar, yaşayışlarla içiçe olmak. Bir süre sonraysa, dünyanın her yerinde insanların aşağı yukarı aynı heyecanlar, arayışlar, mutsuzluklar, hayalkırıklıkları, umut etmeler, acılar ve sevinçlerle yaşadığı bilincine ulaşmak. Herşeye rağmen, yine de uzaklardayken vatanını, sevdiklerini özler durursun…
Uzak olmak, yakın olmak… Gitmek ya da kalmak… Burada yaşamak, orada yaşamak… Bana göre, ikisi de ne iyi ne kötü-sadece öyle işte… Nerede olduğumuzun, çok da önemi yok yani, uzak yaşamak benim için sorun değil. Asıl soru(n) hangisinin daha kolay alışkanlık yaptığı belki de? Bir de şu ‘yuva’ meselesi… ‘Yuvamızı’ kendi içimizde bulmak mümkün mü? Bulunduğum yer her neresi ise, beni en derinlerdeki gerçek bana yakınlaştıran, ulaştıran yol oranın yolu mu olur peki?
***
Hiçbir işi müziksiz yapamam, müziksiz konsantre olamam. Muzikle ilgili garip bir hastalığım, iddaam var hatta, bilen bilir… Bir parçanın ilk 5 saniyesinde o parçayı kimin söylediği, bazen de hangi filmin hangi sahnesinde olduğu ile ilgili!! İşte ben böyle içim dışım müzikle dolu, kulağımda kulaklıkla bu yazıyı yazarken, kızım da saatlerce MTV nin önünde çılgınlar gibi dansediyor. Üniversite yıllarımda kendimi hatırlıyorum birden, saatlerce MTV’nin önünde! Müzik; bir tutku, hayat benim için… Aynen Yoga gibi. Yeni yerler görüp yeni yerlerde yaşamak, yeni uğraşlar denemek, yeni insanlar tanıyıp onlar aracılığıyla kendimi keşfetmek de öyle. Düşündüm de, şu ‘Mavi ay ‘ la birlikte hayatımın bana getireceği tüm yeniliklere apaçık ve hazırım sanırım ben yine…
Müziği kapatıyorum. Kalkıp kızımı öpüyorum. Dalgalı saçlarına burnumu dayayıp serin kokusunu alıyorum. Evin önünden geçerken ıslak taşlara sürtünen bisiklet tekerlekleri, yeni başlayan yağmurun sesini bastırıyor. Kanaldan tekneler geçiyor, içindeki çılgın dans müzikleri ve o hiç sakınmadıkları kahkahalar, çığlıklar bizim binanın camlarına çarpıp gecenin karanlığında yankı yapıyor…
Ey bize kucak açan Amsterdam şehrinin sokakları, acaba bize yaşatacakların için çok uzun zamandır bizi mi bekliyordun?
Divya Beste Dolanay
Ağustos 2012