Amsterdam’da kapı komşumuz Mantarcı
Bisikletteyim. Saçlarım rüzgarda birbirine girmiş. Tıpkı, yanımda geceden kalma çakır keyif kafasıyla parkediverilmiş bisikletlerin, birbirine girmiş gidonları ve fren telleri gibi! Sabah, bisikleti zor çıkarttım o karışık hallerden… Amsterdam sokaklarında etraf sessiz, sadece bisiklet tekerleklerinin yere sürtünmesi ve birkaç ayak sesi var. Arada da, tramvay geçiyor tek tük. Hava durgun, buz gibi ama tertemiz. Kışın burada hayat biraz yavaşlamış gibi.. Sanki herkes nefeslerini tutup baharı beklemeye geçmiş… Günlerdir buz ve kar yerden kalkmadı, Amsterdam’da mı yaşıyorum Kiev’de mi belli değil. Bisikletle kayıp düşen düşene… Bir arkadaşımın dediği gibi, ‘film seti’ kıvamındaki büyülü oyuncak şehir, beyazlar içinde öylesine güzel ki… Aslında anladım ki kışı, soğuğu, karı ben İstanbul’da sevmiyormuşum. Hava kirliliğinden, trafiğin iyice berbatlaşmasından ve yolların 2 gün sonra savaş alanına dönmesinden dolayı. Ama çamur denen şey burada olmadığı için, kar işinin bir yağmurla bittiği sonrasında bile ortalık tertemiz.
Yeni coğrafyalarda yaşayış düzenlerine alışmak ve tam da oradakiler gibi yaşamaya adapte olabilmek, adeta bir sanat. Son 10 yıldır benim hayattaki başlıca işim de bu sanki! Başka bir ülkede yaşıyor olmak, oranın her mevsimini görmek, insanlarını, kültürlerini, yaşayış şekillerini gözlemleme fırsatı benim için büyük şans. Baktım Amsterdam’da ilk göze çarpan yaşayış şekli bisikletlerle haşır neşir bir hayat, çoğunluğu sular altındaki yeryüzünün bu küçücük topraklarına sahip ülkesinde, ben de bisikletlilere katıldım! Kulaklığımda müziğim, tramvaylarla neredeyse omuz omuza, bir yerlere doğru pedal çevirirken buldum kendimi. Şehirde en kolay, kısa süren ve ucuz yol bu. Oldum olası dışarıda ve doğadaki her türlü aktiviteden çok zevk aldığım için, buz gibi kar havasının yüzüme çarpması bile hoşuma gidiyor. İlginçtir ki, pedal çevirirken aklımdaki tek düşünce şu: ‘Hollandalıların diz üstü bağları, taş gibi sağlam olmalı!’
Bir İstanbul dönüşü, Pazar sabahın 8.30’unda ciğerlerimde Istanbul’dan kalan pis havayı boşaltmak için parkta yürüyüşe çıktığımda ise, hangi saatte gitsem aynı yerde olan içkiciler yine sohbet halindeler… Parktaki 2.turumda ortalık kalabalıklaşmaya başlıyor. Etraf, bebekliklerinden beri soğuk havaya alışkın bisiklet önünde ya da arkasında tünemiş “nanii naniii” diye bağırarak oturan göğsü bağrı açık ve yanakları al al olmuş çocuklar, sabah koşularını yapan mis kokulu insanlar-hatta koşu yapan ponpon teyzeler, köpeklerini dolaştıranlar, parktaki göletlerdeki ördeklerin ve balıkçıl kuşların fotoğrafını çekip ‘Instagram’lamak için şekilden şekile girenlerle dolmaya başlıyor… Köpeğimi parka götürdüğüm zamanlarda ise O, her zamanki gibi KKK kuralına uyuyor: Gördüğü her ağacın kökünü ‘K’oklamak, ‘K’arda hiç durmadan ‘K’oşmak.
Gerçek Amsterdamlılar..
Bundan yıllar önce, 3 yıl Hollanda’da yaşamama rağmen şimdi anladığım bir şey var ki, Hollandalı olmakla Amsterdamlı olmak başka şeyler. Zira, gerçek Amsterdamlılar;
- Kanallar ve köprülerle dolu merkezde çoğunlukla ikinci-üçüncü el her yerinden sesler gelen bisikletlerinde, hedefleri mümkün olduğu kadar ‘durmamak’ olduğu için en fazla birazcık yavaşlamalılar! Bir elleriyle telefondan mesaj atabiliyor ya da ellerinde malzeme, yük taşıyabiliyor olmalılar. Ve hatta hava daha da soğuyunca, 1 dakikadan fazla eldivensiz kalınamayan soğukta, elleri ceplerinde bisiklet kullanabiliyor olmalılar..
- Arabaları olanlarsa, dar sokaklarda tıkanan yollarda sabırla bekleyip en fazla kapıyı açıp öndeki araca yumuşakça tek bir kelime söylemeli ya da sadece kötü kötü bakabilmeliler.
- Özellikle şehri bisiklet kiralayıp gezen acemi turistlerden pek haz etmemeli, ama yine de onlara çok alışkın olmalılar.
- Benim de her hafta müdavimi olduğum, 60’lı yıllarda Pink Floyd, Paul McCartney’nin bile konser verdiği, dünyanın en çok ziyaret edilen konser salonlarından biri olan Concertgebouw’u genci yaşlısı sürekli doldurmalı, ruha tam bir ziyafet olan konserlere devamlı katılmalılar.
- Küçücük ve yerin altındaki karanlıkça evlerde bile, çoluk çocuk hijyene, düzene ve Amsterdam’ın en ünlü yer altı ekibi ‘minik misafir’lere aldırmadan sakin hayatlarından tatmin oturuyor olmalılar.
- Asıl keskin soğuğun daha gelmediğini bildikleri için, bana çok özlediğim Ankara havasını hatırlatan güneşli, ama çok serin havalarda üşümeden rahatça dışarıda oturabilmeliler.
- Harika toplu taşıt sistemlerini değil de, genelde bisikletlerini kullanmayı tercih etmeliler. Bisikletleri, park ettikleri yerden bulup jet hızında kilitlerini açabiliyor ve dar yollarda arabaların aralarından dengeyi kaybetmeden geçebiliyor olmalılar. Ayrıca, sabah kalktıklarında, bisikletlerinin çalınmış olup sadece ön tekerleğinin kalmasına şaşırmıyor olmalılar, zira burada yılda yaklaşık 7000 bisiklet çalınıyor.
- Fazlasıyla tutumlu olmalı ve de çoğu zaman ukalalık, saygısızlık derecesinde direkt konuşma yeteneğinde olmalılar.
- Çocukları çok minikken kreşe verip genelde yarı-zamanlı ve/veya en azından biri sevdiği ya da hobisi ile ilgili olmak üzere, çift işte çalışıyor olmalılar.
- Eşitlikçi bir düzenin her hanede çok rastlanır bir parçası olarak, erkekler çocukları okuldan alıp eve erken gelerek yemek yapabiliyor olmalılar.
- Ortak çocukları olsa da, evlilik gibi toplumun yarattığı kurumlarla pek bir alakasız olmalılar. Tabi ‘eş’ cinslerin evliliği dışında!
Bazen, surreal bir tablo seyreder gibiyim. Sanki burası, hayali mutlu bir şehir! Bu şehrin otantik bir tarafı belki hiç yok ama burada böyle tatlı tatlı, kolaycacık yaşayabilme olanağı var. Sistemin, ekonominin, olabildiğince eşit haklar ve iyi hayat standardının getirdiği avantajlar, insanların yüzünden okunuyor… Aile doktoru aracılığıyla, fazlasıyla doğallıktan yana ve hiç ticari olmayan bir sağlık sistemi var. Özellikle esnaf ve daha düşük gelir seviyeli insanların halleri, belki de o ülkenin refah seviyesini gösteriyor. Tertemiz kokan ve iyi müzik çalan taksiler, çöp kamyonlarında bangır bangır müzik sistemleriyle gezerek işlerini yapan fazlasıyla yakışıklı çöpçüler ve de tramvay şoförleri, eve uğrayan güler yüzlü gaz-elektrik ölçücüleri ve işlerini ıslık çalarak yapan esnaf ya da işçiler mesela… Hele bir de güneşi gördüler mi, bu ıslık çalma oranı şiddetle artıyor! Her birinin, harika İngilizce konuşmasından ve spora, sosyal hayata verdikleri önemden, okul sisteminin de birçok açıdan düzgün olduğu anlaşılıyor.
Bu sükûnet ve refah ortamı iyi güzel de, bu demek değildir ki mücadele ettikleri şeyler yok ya da hiç olmamış. Alışkın olmalarına rağmen, pek haz etmedikleri ve herkesin bıkkın yüz ifadelerinden de anlaşılabilen, o hiç bitemeyen soğuklarla sürekli mücadele halindeler mesela. Eski zamanlarda ise, cüzzam, su ve yangınlarla savaşmışlar. Bunlar, her yerde karşınıza çıkan, şehirdeki 400 yıllık köprülerin taşlarına bile kazınmış üç X ile sembolize ediliyor. Şimdilerde, sadece suyun kanallardan taşmaması için kurdukları harika sistemlerle uğraşıyorlar. Sadece Amsterdam’da, 165 kanal ve suyu idare ettikleri 16 kanal kapağı var.
5 ay içinde değiştirdiğimiz üçüncü geçici evde, kapı komşumuz bir mantarcı. Buradaki mantarlar bildiğimiz mantarlardan değil, yiyince bir bakıma zehirlendiğiniz türden olanlar. Çeşit çeşit mantar satan çılgın rengarenk saçlı mantarcı kız, sürekli bir alet ödünç aldığım hemen yanındaki bisikletçi ve biraz ilerideki dövmeci dükkânındakilerle, kapılarının önlerinden geçerken artık selamlaşıyoruz… Ne de olsa komşuyuz! Amsterdam’ın tam göbeğinde oturuyorsanız, evler ile eğlence mekânlarının ya da bu tip dükkânların böyle içiçe olması normal.
Sonunda, 2 sene kadar oturacağımız “gerçek” evimize taşındık. Hayatımın değişik dönemlerinde, birkaç aylık gezginlik ya da taşınma süreçlerinde, bir evden ve eşyalarımdan uzak yaşadığım çok oldu. Kıyafetlerin, mutfak eşyalarının, hatta dünyanın orasından burasından toplanmış hatıraların bile fazlasının ne kadar gereksiz olduğunu bir kez daha hatırlatıyor yine şartlar bana. Anlıyorum. Hafiflemek, gerçekten hafiflemek özgürlüğü getiriyor. Bunu öğrenmeden, her şeye ve en çok da ‘sahip olduklarımıza’ tutsak olmaya mahkumuz sanki hep… Eşyalar ile ilgili düşüncem bu, ama başını sokacak bir yuvan olması ayrı bir hikaye. Keyifle kahvemi yudumlarken minicik Amsterdam bahçemdeki ağaçlara güvercin misali tüneyen yemyeşil papağanları seyrediyorum. Güzel sesleriyle yakındaki Vondelpark’ı da istila etmiş papağanlar, kar kış demeden gökyüzünde uçuşuyorlar… Daha sıcak bir ülkenin hayvanat bahçesinden kaçarak özgürlüğü bu soğuk ülkede bulan papağanlar, bu amaçla evrim geçirmeye bile razılar anlaşılan.
Memleketlimi özlüyorum ara sıra. Gözüne baktığında ciğerini okuyabilmeyi, o bazen fazlasıyla kurnaz, kıvrak zekâlı, tutkulu ve agresif olan, bazen de gayet şefkatli, yumuşak, esnek olabilen o insancıklarımı… Ne yapalım, köşedeki İtalyan Restoran’ındaki Ankaralı Türk aşçının sıcaklığıyla yetiniyoruz… Bazen de İstanbul’u özlüyorum. O freni boşalmış gibi giden otobüsleri ve her an ‘burada kafaya bir şey düşmeden dolaşabilmek mucize’ hissiyle yürüdüğüm sokaklarını düşünüyorum arada. Istanbul’da, vapurda tıngır mıngır giderken, günbatımında sanki donakalmış tupturuncu gökyüzüne doğru yükselen boğaz köprüsünün direklerini, boğazda hareketsiz gibi gözüken balıkçıları ve vapurdaki herkesin bu manzara karsısında paylaştıkları o anı özlüyorum.. Hayatın, o koskoca karmakarışık şehirde bile durmuş gibi olduğu anlarını özlüyorum.
Divya Beste Dolanay
Ocak 2013