VİETNAM’IN SİSLİ PİRİNÇ TARLALARI, KAMBOÇYA’NIN LOTUS ÇİÇEKLERİ
MALEZYA
Kuala Lumpur: Gözlerimi açtığımda, taksinin radyosundan yükselen Malezyaca garip bir müzik eşliğinde başkent Kuala Lumpur’un merkezine doğru gittikçe daralan caddelerinde, akşam üstü iş çıkışı trafiğinde soldan soldan, sert dur kalklarla ilerliyorduk. 10 saatlik uykusuz bir uçak yolculuğu ile o sabah gelip tüm şehri hızlıca turladığımız için yorgunluktan uyuyakaldığım takside keyifle etrafımı seyredip gülümsüyorum, uzun zamandır gelmek istediğim Uzakların Doğusu’ndayım sonunda… Ertesi sabah erkenden başlayacak, bu bölgedeki en az el değmiş ülkelerden olan Vietnam ve Kamboçya maceramız için heyecanlanırken, bir yandan da, her akşamüstü yağmur yağdığı için neredeyse %70’inin parlak yeşil, muhteşem tropik ormanlarla kaplı, nemli, çok sıcak, modern ve gelişmiş Malezya’nın, çok da ilginç ve otantik bir ülke olmadığını, yine de Kuala Lumpur’un rahat yaşanabilecek bir şehir olduğunu düşünüyorum…
O gün, çok çeşitli restoranlar arasından zor seçim yapıp harika bir yemek yedikten ve tropik meyvalardan yapılan turşuları tattıktan sonra, burada yaşayan arkadaşlarımızın evlerinde kaldık ve akşamüstü ‘mahalle masajcısına’ ilk ziyaretimizi yaptık. Ülkemizde, her köşe başında bulabileceğimiz kuaförler gibi, burada da her köşe başında bir masajcı dükkanı var. Pek de bakımlı olmayan, ama içi iş çıkışı gelen Malezyalılarla dolu olan dükkanda, araları kırmızı perdelerle bölünmüş masaj masalarında işini iyi bilen masajcıların ellerine bıraktık kendimizi…
Ertesi sabah maceralı bir yolculuğun ardından, yine bu kez içinde uyuyakaldığım minibüste çukurlu yollarda ilerlerken gözlerimi açtığımda, sabahın erken saatlerinde Vietnam’ın sisli pirinç tarlalarıyla çepeçevre olduğumu farkediyorum ve bu müthiş görüntü karşısında yüzümü meraklı bir gülümseme kaplıyor… İşte buradayım, havaalanında bizi karşılayan yerel rehberimizle birlikte Vietnam’ın kuzeyindeki başkent Hanoi şehrine doğru ilerliyoruz. Vietnam kuzeyden güneye uzunca bir ülke olduğu için, her gittiğimiz bölgede üç ayrı yerel rehber bize eşlik ediyor.* Rehberimizin söylediğine göre, çoğunluğu Budist olan ülkede, 15 değişik din var… Kimse kimsenin altarına (sunak, kutsal yer) ya da heykeline zarar vermeden, uyum ve ahenk içinde kendi dinlerine inanarak yaşıyorlar…Her yerde, özellikle zenginlik ve şans getirdiğine inanılan şişko Buda heykelleri ve bazı yerlerde de Hinduizm’in yaratıcı Brahma, koruyucu Vishnu ve yokedici Shiva Tanrılarının heykelleri var. Burada hayat, çoğu güney yarım küredeki ülkeler gibi sabah 05.00 gibi başlıyor akşamları 21.30 gibi -Saigon dışında- sona eriyor…
Hanoi: Hanoi’de şu anda yaklaşık 6,5 milyon kişi yaşıyor. 2020 yılına kadar çevresindeki 6 bölgenin de başkente katılmasıyla nüfusun 15 milyona ulaşacağı söyleniyor. Nüfus artışını engellemek için yasal olarak artık 2 çocuk sınırı getirilmiş. Yaşama alanları kısıtlı olduğu için binalar çok dar yapılmış, sadece 5 metre genişliğinde… Metre kareye düşen insan sayısı çok fazla, bu sebeple Vietnam’da özellikle bu bölge ile, dünyada ev/daire fiyatı en pahalı olan ülkelerden biri.
Hanoi’yi bir güzel gezip, caddelerde yürürken akın akın üzerimize gelen motosikletlilerin ilk şokunu atlattıktan sonra, ünlü ‘Su Kuklası Tiyatrosu’ na (Water Puppet Show) gittik. Ülkenin suyla içiçe kültürünü ve yaşayışını çok güzel anlatan gösterinin sonlarına doğru ne var ki hepimiz, müthiş Çin müziğinin de etkisiyle uyuyakaldık.
Halong Koyu: Ertesi gün, bir gece konaklayacağımız lüks gemiyle, yaklaşık 2000 civarı kayalık ve adacığın denizde sislerin arasından yükseldiği mistik Halong Koyu’ndayız. Burası o kadar büyüleyici ki, bir süre hiç konuşmadan yavaş yavaş ilerleyen geminin güvertesinde etrafı seyrediyoruz. Burada, adalardan birindeki çok büyük bir mağarayı gezip, kayalıkların arasında, incecik Vietnam’lı genç kızların ayakta kürek çektikleri kanolarla su üstünde yüzen bir köyü ziyaret ettik. Köyde; bir okul, her yüzen evde bir anten ve verandasında bir köpek, kültür incisi üretim merkezi ve kayalıkların arasından gözüken inanılmaz bir manzara var… Akşam yatmadan önce, Catherine Deneuve’in oynadığı ve tam da burada çekilen ‘Indochina’ filmini izledik. Sabahın serinliğinde güneş doğarken ise, güvertede harika bir Tai Chi (Vietnam’da, her fırsatta yaptığımız Tai Chi ve yoga bir başka güzeldi) çalışması yaptık.
Hue: Yine uçakla, (4 günde 4 uçak yolculuğu, 15 günde toplam 8 kez uçağa bindiğimiz için kara kara düşünüyoruz, bu seneki karbon ayak izi limitimizi şimdiden doldurduk, ne yapsak da telafi etsek diye…) ülkenin orta bölümünde, sarayları ve kral mezarlarını gezeceğimiz eski krallık merkezi Hue’ye geldik. Hue’da son gün, Cyclo’larla (bir kişilik bisiklet taksi) 200 kadar yetim çocuğun yaşadığı şehrin diğer ucunda kurulmuş, nehir kıyısındaki bir manastırı ziyaret edip, teknelerle nehir yoluyla otelimize geri döndük.
Da nang ve Hoian: Da nang şehrinde, Amerika’lıların ilk çıkartma yaptıkları plaj olan Çin Plajı’nı gördük, Hoian’da kuvvetli güneşten kıpkırmızı olmuş turistlerle dolu çok güzel cafeleri, her çeşit hediyelik eşya satan ve 2 saat içinde size özel kıyafetler dikebilen terzi dükkanlarını ve tepelerinde rengarenk fenerlerle dolu otantik sokakları gezdik. Vietnam’da bisiklete binme cesaretini gösterip, kiraladığımız bisikletlerle uçsuz bucaksız bembeyaz kumsallı, palmiye ağaçlı Pasifik Okyanusu sahiline gidip dalgalarda ‘vücut sörfü’ (body surf) yaptık!
Ho Chi Min City: Vietnam’da son günlerimiz, yine uçakla geldiğimiz Ho Chi Min City- eski adıyla Saigon-ve çevresinde geçti. Burada, içinde akla gelmeyecek tür ve çeşitte yiyeceklerin bulunduğu Çin pazarını, Çin tıbbı eczanelerini ve Vietnam’lıların, (bizim rehberin de savaştığı ve neredeyse tüm ailesini kaybettiği) gerilla savaşları zamanında elleriyle kazdıkları 200 km.’lik 3 katlı daracık tüneller bölgesini gezerek geçti. Ho Chi Min City’de yaşayan 8,5 milyon insanın 4 milyonu motor kullanıyor. Adeta bir motosiklet nehri gibi olan caddelerde karşıdan karşıya geçmek gerçekten meziyet gerektiriyor… Saigon’un gece hayatı ise, her büyük şehir gibi çok ışıklı, çok hareketli…
Mekong Deltası: Deltada motorlu kayıklarla yaptığımız yarım günlük tur boyunca deltadaki adaları, insanların küçücük ev veya teknelerdeki yaşayışlarını, tropik meyva bahçelerini, pirinçten yiyecekler yapılan bir merkezi, ne satıyorlarsa kayıkların ucundaki bambu kamışlarına o sebze ya da meyveyi taktıkları yüzen pazarı gezdik.
KAMBOÇYA
Angkor Wat: Seyahatimizin geri kalanını, Kamboçya’nın kuzeyindeki, ülkenin ikinci büyük şehri Siem Reap’a uçarak, şehrin hemen yakınında, her bir tapınağın restorasyonu için değişik ülkelerin sponsor olduğu ve 190 tapınağın birarada bulunduğu dünyanın en büyük tapınak kompleksi olan Angkor Wat bölgesinde geçirdik. Gezdiğimiz tapınaklar arasında bizi en çok etkileyenler, Banyan ağacı kökleriyle sarmalanmış olan ve Angelina Jolie’nin ‘Tomb Raider’ filminin çekildiği tapınak ile, içinden üzerlerinde Buda’nın her yöne bakan değişik yüzlerinin bulunduğu kocaman taşlar yükselen tapınak oldu.
Siem Reap ve Ton Le Sap Gölü: Siem Reap’da, çok güzel restoranlara gidip, turistik birçok dükkan ve gece pazarını gezdik. Akşamları, ılık rüzgarı yüzümüzde hissederek ve ışıklar içindeki şehri keyifle seyrederek Tuktuklara (arkasında iki ya da dört yolcu taşıyabilen motorlu bir araç) bindik.
Yine teknelerle gezeceğimiz Ton Le Sap Gölü’ne doğru giderken, yol boyunca motosikletlilerin dinlenmesi için ahşap gölgeliklerin altında hamakların asılı olduğu ‘dinlenme tesisleri’ni gördük ve daha önce hiç görmediğimiz büyüklükteki Lotus Çiçekleri tarlalarını gezdik. Gölde, çoğu Vietnam’lı göçmen olan yaklaşık 1900 ev/teknenin bulunduğu bir su üstü köyünü (floating village) gezdik. Her evde ortalama 4 çocuk var… Su kirli, yüzmek dışında her işlerini suda ve suyla hallediyorlar. Bölgede, bir kilise, bir manastır ve bir de cami bulunuyor. Gezerken, teknemize birdenbire bir başka küçük tekne yanaşıyor, tekneye atlayan çocuk bize içecek satmaya çalışırken, kız kardeşi boynuna doladığı yılanla fotoğraf çektirme karşılığı küçücük parmaklarıyla ‘2 Dolar’ işaret ediyor. Gölün daralan bölgelerinde ilerlerken, diğer kayık ve motorlu ince uzun teknelerle arada bir çarpışıp motorlarından fışkıran çamurlu suyu üzerimize yiyoruz…
İkisi de birbirinden güzel Vietnam ve Kamboçya’nın komşu oldukları halde, neredeyse tek ortak yönleri; bizim, seyahatin sonunda ancak çözebildiğimiz savaşlar, sömürge ve istilalarla dolu karışık tarihleri ve komünist bir yönetim şekli ile beraber yürütülen halkın çok mutlu olduğu kapitalist bir ekonomi düzeni. En büyük farkları ise; Vietnam’ın hızla gelişmekte olan bir ülke olmasına karşın, Kamboçya’nın çoğu yabancı yatırımcıların yaptığı çok lüks otelleri dışında çok gelişmemiş, fakir ve biraz pis görünümlü olması, ama bu yüzden ve tabi nüfusunun azlığı nedeniyle de doğasının bozulmamış, doğallığını kaybetmemiş olması. Sadece ve sadece turizmden geçinen, avuçlarını göğüslerinde birleştirerek ‘namaste’ diyerek selamlaşan ve teşekkür eden, geleneksel kıyafetleriyle yüzlerinden gülümseme eksik olmayan insanları, dansları ve müziğiyle, estetikten ve zerafetten mahrum kalmamış bir ülke Kamboçya…
Tüm seyahat boyunca, iki ülkenin de 5 duyuya nasıl hitap ettiğini düşünüp durdum…Yoga çalışmalarımız sırasında, yürüyüş meditasyonlarında yaptığımız gibi dikkatimizi, farkındalığımızı sırasıyla 5 duyumuza verip etrafımızdakileri ayrı ayrı algılamak isteriz; önce görmeye, sonra duymaya, koklamaya, dokunmaya ve tatmaya… Ama bunu çok da başaramayız, hiç biri birbirinden ayrılamaz çünkü, duyular çevremizdeki ziyafetler karşısında-hele de bunlar ilginç ve yeni uyaranlarsa- aç birer kurt gibi canlanır ve tetikler zihnimizi. Yine de, ayrı ayrı farkedip tadına varmaya çalışıyorum etrafımda gördüğüm her şeyi…
5 duyuya tılsımlı dokunuş:
Görüyorum…
Vietnam’da kadınlar ilk bakışta işleriyle mesgul, ciddi ve mesafeli görünümlerine karşın, bahçelerinde kıpkırmızı iç çamaşırlarını askılarla iplere asarken, bizimle çok nazik bir şekilde konuşurken, utangaç utangaç gülümserlerken, upuzun simsiyah saçları, çeşit çeşit moda kaskları ve hava kirliliğinden korunmak için hepsinin taktığı rengarenk maskeleriyle ve topuklu ayakkabılarıyla mopedlerinde dimdik otururken, aslında ne kadar feminen ve zarif olduklarını gösteriyorlar. Hem sağlık açısından hem de beyaz kalmak makbul olduğu için yüzlerinin neredeyse tamamını kapatıyor, kolları ve elleri hep kapalı giyiniyorlar…
Kamboçya’da da, zerafet içindeki el ve ayak hareketleriyle güzel müziğin eşliğinde yavaş hareketlerle dans eden geleneksel kıyafetler içindeki kızlar çok güzel gözüküyorlar. Herkes hep güleryüzlü, yumuşak, nazik, çalışkan, asil ve toleranslı. En sinirli oldukları anda bile kaşlarını çatıp kızdıkları kişinin gözlerine delici bir şekilde bakmakla yetiniyorlar. Bu sebeptendir ki, tüm sömürgelere yıllarca boyun eğmişler ama sonunda yine de egemenliklerini sağlamışlar… Bir bambu kamışı gibi içi boş, dışı sert değil de tam tersi; dışta yumuşak ve kibar, içteyse güçlü ve dayanıklı olmaya inanıyorlar.
Vietnam’da motorlar; karıncalar gibi durmaksızın neredeyse aynı şiddet ve akış içinde devamlı korna çalarak ilerliyorlar genelde tek yön olan darca yollardan…Araba çok fazla yok. Kaos içinde bir ahenk var. Bir annenin, trafiğin ortasında dinginlik içinde çocuğunu yürüttüğünü, bir taraftan da karşıdan karşıya rehberin omzundan tutarak geçmeye çalışan turistleri seyrediyoruz…Karşıya geçerken tereddüt ettiğiniz anda tüm bu ahenk bozulabiliyor… Motorlarının üzerinde taşımadıkları şey yok, en ilginci de, ayak ve kollarından motorun arkasına yan yatırılarak bağlanmış bir inekti… Trenler ve teknelerse çeşitli inşaat malzemeleri ve tropik meyveler taşıyor. Afrika’da bisiklet lüksken, burada neredeyse tüm çocuklar okuldan bisikletlerle dönüyorlar.
Yere hep ‘tüneyerek’ ya da çömelerek oturuyorlar. Teknenin trabzanına, kaldırımda birini beklerken, Çin Satrancı oynarlarken ya da köylerde evlerinde yemek yerlerken… Bu şekilde oturmadıkları zamanlarda da, özellikle Hanoi’de gördüğümüz yol boyunca daracık kaldırımlarda çocuklar için yapılmış gibi sıram sıram dizilmiş küçük plastik sandalye/taburelerde oturarak, önlerindeki uzun masaların üzerlerinde dizilmiş tavuk, domuz ve ördek kızartmaları, pilavlar, noodleları yerlerken seyrediyoruz yerel halkı…Yemekten sonra da, yolun kenarında çömelip büyük kazanların içinde bulaşıkları yıkayıveriyor kadınlar!
Pirinçler senede iki kere toplanıyor, onun dışındaki zamanlarda da her yerde başlarında üçgen palmiye yapraklarından yapılmış şapkalarla pirinç tarlalarında dizlerine kadar suya batıp çalışan insanlar var.
Lotus Çiçeği, Nilüfer Çiçeği, Water Lily, ne derseniz deyin…Bu çiçek, Vietnam’ın ve Kamboçya’nın sembolü. Onlara çok yakışıyor; geçirdikleri tüm savaşlar, çektikleri sefalete, zorluklara rağmen, bir lotus çiçeğinin bataklıkta bile dibe sağlam köklerle tutunup gün doğarken pürüzsüz bir şekilde açması gibi açılmışlar, düzeltmişler, diriltmişler kendilerini… Suyu ve çiçekleri çok güzel kullanıyorlar, her yerde küçük bir göl ya da havuz var, bu insana ferahlık hissi, pozitif enerji ve huzur veriyor. Özellikle Vietnam’daki Bonzai tarlaları ve Kamboçya’daki Banyan ağaçları (Buda’nın altında meditasyon yaptığı ağaç) çok güzeller…
Evler genelde ahşap kolonlar üzerinde kurulmuş. Muson yağmurları henüz başlamamış, zaten başlayınca, evlerdeki eşyalar ve yaşayanlar hemen üst katlara taşınmaya ve kayıklar yükselen sularda yüzmeye hazır oluyor… Özellikle Kamboçya’da her evin önünde, ölen yakınları için içinde tütsü yaktıkları, onları anmak ve ruhlarını mutlu etmek için hep onların sevdikleri şeyleri bulundurdukları minyatür tapınaklar var.
Çocuklar…çocuklar…yetim çocuklar…Kamboçya’da anne babalarını, AIDS, mayınlar veya kazalardan dolayı kaybetmiş, yine de dilenmeyen ama devamlı bize birşeyler satmaya çalışan çocuklar her yerde…Yol kenarında, mandaların üstünde tek ayak üstünde ‘Ağaç duruşu’ndaki çocuklar bile bizden fotoğraf karşılığında para istiyorlar! Budist manastırlarındaki yetim çocuklar ise ellerinde ziller, arada bir gong çalarak, ritmsiz bir dua tutturmuşlar, günde iki kere 2 saat kadar söylüyorlar… Kapıda, nöbetçi çocuklar fotoğraf makinelerimizle iyice haşır neşir oluyorlar… Değişik saç kesimleri, sade yemek sofraları, yaşayış saatleri ve giyinişleri çok etkileyici.
Tapınakların girişlerinde, tütsülerin dumanında salınan, hayatın 5 elementini anlatan renkli içiçe geçmiş karelerden oluşan bayrakların çok büyülü bir havası var…Tütsüleri, küllere saplayarak her yakışınızda bir dilek tutuyorsunuz, tütsü sonuna kadar yanarsa dileğiniz gerçekleşiyor… Angkor Wat tapınak duvarlarında, ‘Apsara’ denilen ve güzel anlamına da gelen dansçıların ve de savaşçıların kabartmalı resimleri çok etkileyici… Özellikle Kamboçya’da, yollarda yürüyen turuncu giysili rahipler, tapınaklarda da yine turuncu kıyafet giydirilmiş Buda heykelleri var.
Duyuyorum…
15 gün içinde üç ayrı ülkenin dilini duyuyoruz ve durum biraz karışık: Malezya’da dil Latince harflerle yazıldığı gibi okunuyor, Vietnam’da Latin harfleriyle yazılıp Çince gibi duyuluyor, Kamboçya’da ise biraz Sanskritçe harfleri andıran Khmer dili kullanılıyor.
Vietnam’da ‘Tooiki’ nin ‘Türküm’ demek olduğunu öğrenip her sorana söylüyoruz. Tabi Vietnamca’da bir kelimenin değişik vurgularla söylendiğinde 5-6 ayrı anlama gelebildiğini hesaba katarsak, bunun çok da iyi bir fikir olmadığını düşünüyorum… Ama özellikle de onların anlayacağı gibi İngilizce konuşmaya çalışıyoruz, mesela ‘s’ leri söylemediklerini farkederek biz de onlar gibi ‘Wiki wit eye’ (Whiskey with ice-buzlu viski) demeye başlıyoruz…
Müzikler, Vietnam’da Çin müziği etkisinde olduğu için ne kadar az etkileyiciyse, Kamboçya’da değişik çalgılarla çalınıyor ve bir o kadar etkileyici…
Rehberlerimizin hiç durmadan anlattıkları bilgileri, özellikle karışık tarih ve savaş hikayelerini dinliyorum…
Manastırlarda duaları, gong ve zil seslerini dinliyorum…
Bir akşamüstü masaj yaptırırken başlayan yağmurun, yaprakların ve taşların üzerinde çıkardığı sesleri dinliyorum…
Kokluyorum…
Tütsü. Tütsü. Tütsü. Her yerde-ama her yerde- tütsü kokusu…Havada nem kokusu. Orman ve çiçek kokuları. Şehirlerde biraz kirli nehir, biraz da egzoz kokusu.
Dokunuyorum…
Daha doğrusu bana dokunuluyor! Burada her türlü masaj var: Ayak masajı, Vietnam masajı, aromaterapi masajı, bambu kamışı ya da bardak çekmeyle yapılan masaj, Çin tıbbı masajı, Kamboçya’da Thai masaj ve Khmer masajı….
Tapınakların duvarlarına dokunuyorum. Kumaşlara, tahtadan ve taştan yapılmış Buda ve Hindu heykellerine, çeşit çeşit tropik meyvalara, lotus çiçeklerine, yüzyıllık ağaçların gövdelerine, kalın köklerine dokunuyorum…
Tadıyorum…
Tropik meyveleri, noodle (genelde pirinçten yapılan bir çeşit makarna) çorbasını, deniz ürünlerini, tatlısıyla tuzlusuyla pirinçten yapılmış akla gelen her türlü yiyeceği, sütlü kahve istediğinizde her zaman şekerli gelen çok sert kahveleri, hep küçüçük seramik bardaklarda az az sunulan çayları…
Kuzey Vietnam’da daha çok Çin yemeğine benzer yemekler ve ağırlıklı olarak kızartmalar var. Güneye indikçe biraz daha sade pilav, sebze ve noodle yemekleri hakim. Değişmez tek şey, sabah kahvaltısında noodle corbası! Savaş zamanında ise özellikle Saigon’da, tek bulabildiklerinin köpek eti, bir çeşit patates, bambu ve pirinç kökleri olduğunu öğrenerek şaşırıyoruz.
Kamboçya’da, Tayland ve Hint etkisiyle yemekler biraz daha baharatlı ve hindistan cevizi sütüyle pişiriliyor ve tek kelimeyle muhteşem…Özellikle muz ağacı ya da palmiye yaprağı içinde sunulan ‘Amok’ isimli değişik otlarla yapılmış balık yemekleri çok lezzetli.
DÖNÜŞ YOLU
Seyahatteyken evdeki tüm sorunlar, dertler unutulur, tek derdimiz; o günkü programa uyuyor muyuz, şuranın fotoğrafını çektik mi, öğlen ne yemek yiyeceğiz, yarınki program nedir, uykumuz geldi, yorulduk gibi düşüncelerdir. Gezilir, dolaşılır, acıkınca yemek yenir, uyku gelince uyunur. Yani bir bakıma, Zen teorisi uygulanır. Bir işi farkındalıkla yapmayı öğretir aslında bu bize.
Çoğunlukla seyahatler sırasında hissettiğim gibi, bu seyahatte de aynı duyguları çok yoğun olarak yaşıyorum: bütünlük ve farkındalık duygusu. Bu duyguyu ister herhangi bir spiritüel çalışmayla yakalamaya çalışın, ister yoga minderinizdeyken ya da meditasyon sırasında araştırın, ister seyahatlerde yaşayın… Başka ülkeleri gezmenin en esrarengiz yanı, dünyanın bambaşka bir ucunda, sizden çok uzak yerlerde farklı dünyaların olduğunu görmek, ama yine de oradayken o hayatın ve döngünün bir parçası oluvermekle, aslında hepimizin bir bütünün birbirinden ayrılmaz parçalarını oluşturduğumuzun farkındalığına varmak. İşte bu noktada, bir anda bu duygu gelip hayatınızın ortasına oturuveriyor, ‘evde de bu duyguyu unutma, hep hatırla’ dercesine…Hayatımızda bazen yaşadığımız sorunların aslında evrenin küçücük bir parçası olduğunu, bu yüzden de hayatlarımızı yaşarken, her anın farkındalıkla tadını çıkarmanın ne kadar eşsiz bir duygu olduğunu, anı doyasıya yaşarken gerçek huzuru ve mutluluğu tatmanın ne demek olduğunu anlayıveriyorsunuz birdenbire…
Bu duyguların kalıcı olmasını dileyerek kapatıyorum dönüş yolunda gözlerimi yine, kendimi uykunun yumuşak kollarına bırakıyorum. Duygu gelince tüm yoğunluğuyla hissedilir, uyku gelince uyunur…
Divya Beste Dolanay
Nisan 2010
Fotoğraflar: Burak Dolanay
Bu yazı, izinsizgösteri.net sitesi Ekim 2010 sayısında yayımlanmıştır.